29 Aralık 2015

Konya - Şeb-i Aruz'un ardından

Konya geçmişten beri hem coğrafi konumu, hem de birçok medeniyete ev sahipliği yaptığından ötürü oldukça önemli bir şehir. Hititlerden başlayıp, Frigler, Lidyalılar gibi medeniyetlerin istilasına uğramış, Selçukluların hakimiyetine girmiş, Karamanoğullarının başkentliğini yapmış, 1467 yılında ise Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliğine geçmiş. Yıllarca Hristiyanların hac yolunun uğrak noktası olmuş.
Ülkemizin yüzölçüm olarak en büyük şehri. Şeker pancarı üreticisi. Sanayi olarak da gelişmiş şehirlerimizden ve bu nedenle de günümüzde oldukça fazla göç alıyor.

Bütün bunlar ayrı ayrı önem taşısa da Konya'yı asıl özel yapan, yerli yabancı çok sayıda turisti çeken, tasavvufta Mevlevi yolunun öncüsü, ünlü Mesnevi eserinin yazarı Mevlana Celaleddin Rumi'dir. Mevlana Konya'da yaşamış, yine burada vefat etmiştir. Mevlana başlı başına bir yazı konusu, çok derin...Biraz olsun Mevlana'yı anlamak, onu hissetmek için Konya doğru adres. 

Konya'yı yılın her dönemi ziyaret edebilirsiniz, ancak şehir özellikle Mevlana'nın ölüm yıldönümü olan, Hak'a kavuştuğu gece Şeb-i Aruz yani Düğün Gecesi olarak adlandırılan 17 Aralık ve haftası en yoğun günlerini geçirir, dünyanın farklı yerlerinden ziyaretçiler onu bu haftada ziyaret eder. Bu yıl 742. yıldönümünü kutlamak için biz de bu grubun bir parçası olduk.
Tam da 17 Aralık gecesi sema törenine katıldık. Sema gösterisi herşeyden çok farklı, izlerken huzur buluyorsunuz. Tavsiyem, 17 Aralık haricinde bir günde bu gösteriyi izlemeniz. Hatta Şeb-i Aruz haftasından bağımsız, çünkü gösteri hem daha büyük salonlarda oluyor ve bu enerjiyi tam hissedemiyorsunuz, hem de bu gece protokol katılımı olduğundan program oldukça uzun sürüyor. (İstanbul'da da her cumartesi Galata Mevlihanesi'nde sema gösterilerini izlemeniz mümkün)

Sema Gösterisi

Konya'da ilk ve en önemli görmeniz gereken yer, Mevlana Türbesi ve Müzesi. Müzeye girmeden önce dışarıdan baktığınızda dikkatinizi çekecek ilk şey, yeşil bir kubbe olacak. Mevlana'nın türbesi işte bu yeşil kubbenin altında bulunuyor. İçeri, avluya girerken sağda Selimiye Camii'sini görüyorsunuz. Avluda solda türbenin girişi, sağda ise müze sizi karşılıyor. Türbenin haricinde dikkat çeken parçalar, değerli el yazmaları ve dergah eşyaları.

Mevlana Müzesi
Mevlana'nın türbesi, yeşil kubbenin altında bulunuyor

Mevlana'nn can dostu Şems-i Tebrizi'nin türbesi ise ayrı bir yerde. Ölümü farklı şekillerde yorumlanan Şems'in Türbesi'nin öldürüldüğü yere yapıldığı varsayılıyor. Bir takım kaynaklar ise öldükten sonra dipsiz bir kuyuya atıldığını söylüyor.

Bir diğer önemli eser, İnce Minareli Medrese. Bugün burası Taş ve Ahşap Sanatlar Müzesi olarak kullanılıyor. Bu medrese, 1264 yılında, Vezir Sahip Fahrettin Ali tarafından hadis ilmi okutturulmak üzere yaptırılmış. İslam sanatında süsleme esası yok ancak asıl gösteriş burada ana kapıda. Kapı ve minaresi oya gibi işlenmiş, göz alıyor. Yapının kudretini gösteriyor.Taç kapısı 5,5 mt. yüksekliğinde ve kapının üzerine Yasin-i Şerif işlenmiş. Sağda ve solda işlenilen yabani enginarlar ile cennetin güzelliği tasvir edilmeye çalışılmış. Minaresi mavi çini kaplama.
Dışarıda daha önceden öğrencilerin kaldığı bir yatakhane varmış ancak yıkılmış. Hz. Mevlana da burada dersler vermiş. İçeri girdiğinizde ise, karşınızda şu anda kullanılmayan bir taş havuz, yukarı doğru baktığınızda ise yine heybetli bir kubbe dikkatinizi çekecek. Kubbede de Ayetel Kürsi işlenmiş. Çiniler de yine orjinal. Müzede tahta oymalı kapılar ve Selçuklulardan kalma taş eserler sergileniyor. Burada Selçukluların simgesini, çift başlı kartalı da görüyoruz. Daha önce farklı sembollerde kartal kullanılmış ama çift başlı kartal simgesini ilk defa Selçuklular kullanmış.

İnce Minareli Medrese

İnce Minareli Medrese - İç Bölüm

Konya'daki en önemli eserlerden biri aslında Karatay Medresesi. Ancak halen restorasyonda olduğu için burayı ziyaret etme imkanımız olmadı.

Yukarıda saydığım eserler dışında Konya'da ayrıca Üçler Türbesi'ni, Aleaddin Camii'ni ve ilk inşası 17. yy. olan ve Karamanoğullarından kalan, hala ibadet edilebilen Şerafettin Camii'ni ziyaret edebilirsiniz.

Konya'nın merkezini bitirdikten sonra, 10 km. uzaklıktaki Sille kasabası da listenize eklemeniz gereken yerlerden. Burası aslen bir Rum köyü. İsmi de Rumca'dan gelmekte, aslen köpürerek akan su anlamını taşımakta. 1950'lerden, baraj yapımından sonra suları azalmış. Hristiyanların Hac yolunca bir durak noktası, ticaret kervanlarının uğrak yeri imiş. Ancak hem tren yolunun yapılmasından sonra, bu noktanın Konya merkeze kayması ile gerilemiş hem de 1924'deki mübadele sonrasında  Rum nüfusunu kaybetmiş. Şu anda 3500 kişilik bir nüfusa sahip. Turizm ile beraber yavaş yavaş canlanıyor, butik oteller açılıyor. Kasabadaki Aya Elenia kilisesi, restore edilmiş ve müze haline getirilmiş. Özellikle bahar aylarında sakin bir gün geçirmek için ideal gibi görünüyor.

Sille Kasabası
Aya Elenia Müzesi - Sille

Bir diğer ilçe ise Meram. Evliya Çelebi Seyahatname'sinde Konya'nın bugünkü Meram ilçesine, bağ ve bahçelerden bahsederken "Bağ-ı Meram" demiş ama, bugün  burada mesire yerleri, çay bahçeleri ve restoranlar bulunuyor. Aralık ayında, kimseler yoktu ama bahar aylarında oldukça keyifli olmalı.

Meram, Konya

Gelelim Konya mutfağına...En başta olmazsa olmaz "etli ekmek" geliyor. Bunun yanında benim sadece bir şarkıdan bildiğim ama aslında bir yemek olan, iskender tadındaki "tirit" buranın ünlü yemeklerinden. Ama en başta kuru bamyadan yapılan bir bamya çorbası alınmalı. Ve tabi ki tatlı. Bizim favorimiz saç arası oldu. Börek şeklinde, fıstıklı, kaymaklı, şerbetli bir tatlı!
Hediye olarak şekerleme almak isterseniz, bu tarz şerbetli tatlıları yanınızda götürmeniz zor olabilir. Onun yerine, sevdiklerinize hatta kendinize, mevlana şekeri, konya sarması veya bence aralarında en güzeli olan hurma şekerini götürebilirsiniz. Bu şekerleri Mevlana Türbesi'nin hemen yanıbaşındaki Meşhur Konya Şekercisi'nden alabilirsiniz.

En güzeli bir tur programı ile veya bir haftasonu kendiniz planlayarak bu güzel yemeklerin tadına bakın ve Mevlana'nın şehrini, buranın o mistik havasını soluyun. Dönerken de bu şekerlemelerden almayı unutmayın. 



13 Eylül 2015

Avusturya - Viyana

Bahar aylarında ikinci kez ziyaret ettiğim Viyana, tarihi, sanatı, düzeni, yemekleri ve şıklığıyla beni bu kez gerçekten etkiledi. Avrupa'da kesinlikle görülmesi gereken şehirlerden biri.

Şehir ufak görünmesine rağmen, tarihi, turistik yerlerini bir kenara bırakalım, yıllardır var olan restoran ve cafeleriyle birkaç güne zor sığdırılır, ikinci kez gitmeme rağmen, yine gidemediğim birkaç yer oldu. 

İlk günümüzde, varışımız öğleden sonra olduğu için, önce şehir merkezinin çok az dışında olan Prater'e gidip, orayı aradan çıkarmak istedik. 1 saatte bu bölgeyi gezeriz diye düşünmüşken, 1 Mayıs tatil olduğu için, buranın ne kadar kalabalık olduğunu atlamışız. Bu tatil gününde bir panayır havasındaydı. Ozellikle burada keyif yapmak istedik. Prater, Viyana'nın 2. Bölgesi olan Leopoldstadt'taki dünyanın en eski eğlence parkı. Tarihi belgelerde ilk olarak bu parktan 1162 yılında bahsedilmiş, o günden bu yana savaşlar yangınlar görmüş ama hala ayakta. Tarihi bir dönmedolap, Madame Tussauds müzesi ve lunapark en önemli eğlenceleri. Bir de ufak gezi treni Lilliputbahn, bize kisa ama keyifli bir park turu attirdi. Bu park, 7 gün 24 saat açık ancak açık hava olduğu için özellikle Mart ve Ekim ayları arasında Viyanalılar tarafından tercih ediliyor.

Tarihi donmedolap


Prater ve Madame Tussauds

Lilliputbahn

İkinci günümüzde şehri yürüyerek gezmek istedik, Rathaus - Belediye Binası - ile başladık, aynı ismi almış olan parktan ve Volksgarten'dan geçerek müzeler bölgesine geldik.

Rathaus - belediye binasi

Tabelalarda Efes müzesi adı altında bir müze dikkatimizi çekti, iyi ki de atlamamışız, kendi topraklarımıza ait eserleri yine farklı diyarlarda ziyaret etmek zorunda kaldık.

Efes Muzesi

Savas aletleri muzesi

Oradan yine aynı binada bulunan savaş aletleri müzesini de gezdikten sonra, şehir merkezindeki Julius Meinl cafe'de bir mola verdik. Bu cafe, adından da anlayacağınız üzere, aynı adı taşıyan ünlü kahve markasının cafe ve marketi. Viyana'nın enlü caddelerinden Kohlmarkt ve Graben'in kesişme noktasında. Dışarda oturma imkanınız da olursa, Viyanalıları da gözlemleme şansınız olabilir.

Julius Meinl - Cassis Kir Spritzer

Buradan kalkıp Graben üzerinden St. Stefan Kilisesine doğru ilerlerseniz, hem St. Peter kilisesini, hem de ünlü veba heykelini görme şansınız olacak. Veba anıtı, 1679 yılındaki veba salgını sırasında kenti terk eden imparator I. Leopold tarafından, salgının sona ermesi halinde sehre adanmış bir anit. Birçok kez değişikliğe tabi tutulsa da ünlü bir anit  olmuş ve Tüm Avusturya'da benzerleri yapılmış.

Veba Aniti

Graben caddesinin sonuna geldiğinzde St. Stefan kilisesi sizi tüm heybetiyle karşılayacak. Tarihteki birçok önemli olaya şahit olmuş bu kilisenin en ünlü parçalarından biri de renkli çatısı. Ünlü İtalyan besteci Antonio Vivaldi'nin cenaze töreni de bu kilisede yapılmış.

St. Stefan Kilisesi & renkli catisi (Stephanplatz)

Buradan sonra tarihi Freyung pasajına uğradık ve ardından tamamen turistik olan Viyana Time Travel'da şehrin biraz tarihine gittik. 

Viyana, saraylarıyla olduça ünlü. Bunlardan Schonbrunn ve Belvedere sarayları gezilmesi gerekenlerden. Belvedere'ye vaktimiz yetmedi ancak Schonbrunn'a gidebildik, saraydan ve bahçelerinden de oldukça etkilendik. Yalnız Schonbrunn sarayına online olarak bilet almanızı tavsiye ediyorum, çünkü ancak belirli saat aralıklarında bu sarayı gezebiliyorsunuz. Dolu oldugu takdirde, geri donmek zorunda kalabilir, vakit kaybi yasayabilirsiniz. Bu saray aslında Habsburg hanedanlığının eski yazlık sarayı. 1918'de Habsburg monarşisinin düşmesinden sonra, Avusturya hükümetine  geçmiş ve müze olarak hayatını sürdürüyor. Burayı gezmek için rahatlıkla yarım gününüzü ayırmalısınız ve doğayla bütünleşmiş bu saray ve bahçeleri rahatça gezmelisiniz. Cimenlerinde oturup dinlenebilir veya bahcedeki kafelerden birinde birseyler icebilirsiniz ki biz oyle yaptik.

Schonbrunn Saray ve Bahceleri

Schonbrunn Saray ve Bahceleri

Schonbrunn Saray ve Bahceleri & mor salkimlar

Tüm bu tarihi/turistik saray ve müzelerin arasında, Avusturya tarihinin en önemli figürlerinden Kraliçe Elisabeth, nam-ı diğer Sisi'ye ve Hofburg'daki müzesine değinmeden olmaz. 16 yaşında Kral Franz Josef'in eşi olan bu kraliçe, saray kalıplarına girmek istememiş ve kendi tarzında yaşamış, ancak kızının ölümü ile hastalanmış, oğlunun bir suikasta kurban gitmesiyle beraber, tamamen bu trajedi ile kendi halinde yaşamaya başlamış. 60 yaşında ise Cenova'da öldürülmüştür. Sisi müzesinde  sarayda kullanılan eşyalar, Sisi'nin kişisel eşyaları ile birlikte sergilenmekte.

Hofburg

Şehri sadece müzeleri, sarayları, binaları ile tanımak yeterli olmaz, yemeklerinin de mutlaka tadına bakılması gerekiyor:

Figmüller: Ünlü Viyana Schnitzel'ini denemek için doğru adres.(Graben) O kadar yoğun ki, rezervasyonsuz giderek işinizi kesinlikle şansa bırakmayın ve online rezervasyon yaptırın. 4 günlük seyahatimizin 2 öğününde buradaydik.

Figmuller

Purstner: Geleneksel Viyana mutfağı için deneyin.

Zum Schwarzen Kameel: bir bolumu atıştırmalık icin, diğer tarafı restoran ve oldukça popüler. Şehrin en eski restoranlarından.

Cafe Sacher: Meşhur Sacher turtasını burada deneyin.

Cafe Sacher

Demel: Uğramadan sakın dönmeyin, tüm pastaları nefis. Menekşeli şekerlerinden satın alın. İçerisi ise tipik bir Avusturya kafesi.

Demel

Demel & menekseli sekerleri

Ve son olarak, Viyana'da görülmesi gerekenler listesinde ilk sıralarda yer alan, opera binası. Mutlaka bir akşamınızı burada bir opera veya klasik müzik konserine ayırın, bavulunuzda ise şık bir kıyafet bulunsun, zira herkes çok şık burada.

Opera Binasi - Neil Shicoff'un 40. yili





12 Ağustos 2015

Sziget Festivali - Özgürlük Adası

Özgürlük adası olarak da bilinen, Avrupa'nın en köklü festivali olan, Sziget festivalindeyiz.


Türkiye'deki festivallerle sınırlı kalmayın, Budapeşte'de her yıl Ağustos ayında düzenlenen bu yaklaşık yarim milyon kişinin katildigi festivali mutlaka bir kere deneyimleyin. Ülkemizdekilerden ne kadar farklı olduğunu göreceksiniz. 

Adaya girdikten sonra artık oranın vatandaşı - Szitizen - sayılıyorsunuz :) Pek çok farkli milletten genç var burada, herkes istediği gibi ama kimse kimseyi rahatsız etmeden eğleniyor.


Herkese uygun müzik var burada, bu seneki en ünlü isimlerden biri Robbie Williams'dı. Onun dışında, Florence + The Machine, Interpol ve Kasabian gibi çok ünlü gruplar da var. Türk rock grubu Yok Öyle Birşey'i de Sziget'de dinledik, gururlandik.  

Sadece müzik de yok burada, sanat bölümünde yeteniğinizi konuşturup, başka bir alana bungee jumping yapabilir, sonra da plaj voleybolu oynayabilirsiniz. Yorulduğunuzda ise chill out bölümünde dinlenebilirsiniz.

Adada her ülkenin mutfağından yemek yiyor, birçok farklı icki icebiliyorsunuz.

Konaklama ise; ister adada cadir kurun, ister VIP kampinglerde kalin veya hostel / oteli yatmadan yatmaya kullanin.

Festivalde bu sene rekor Türk katılımcı olmuş, seneye daha çok artması ve daha çok Türk sanatçının katılabilmesini diliyorum.

30 Nisan 2015

Kaz Dağları - Hızır Kamp

El değmemiş bir doğa harikası, Hızır Kamp. O kadar doğal ki ilaçlama bile yapılmıyor. Ve o kadar doğanın ortasında ki telefon ara ara çekiyor. Kazdağları, Mehmetalan köyünde. Sahipleri Hızır Bey ve eşi Müslüme Hanım. Müslüme Hanım yemeklerinin hepsini taze sebzeler ile yapıyor ve bölgenin zeytinyağlarını kullanılıyor.





Hızır Kamp'a ulaşım hem karayolundan hem de havayolu ve oradan da kısa bir karayolundan yapılabilir. Pegasus ve Bora Jet'in hergün Edremit'e seferleri var. Oradan sizi alıyorlar ve yaklaşık 20 dk'lık bir yolculukla kendinizi Hızır Kamp'ta buluveriyorsunuz.

Kampta banyolu ve ortak banyolu ağaç evlerde kalabildiğiniz gibi, 2 adet 3 kişilik taş evlerde de kalabiliyorsunuz müsaitlik durumuna göre. Ayrıca çadırda konaklama da mevcut.



Bireysel olarak gittiğiniz zaman, bol bol kitap okuyabilir, mevsime göre çayda yüzebilir ve rehberiniz eşliğinde bol bol dağ yürüyüşleri yapabilir, akşamları da kamp ateşinde keyifli sohbetlere katılabilirsiniz. Hızır Kamp'ta ayrıca dönem dönem yoga ve meditasyon kampları oluyor. Yaklaşık bir hafta burada tüm gün programlı bir şekilde çalışıp, rahatlayabilir ve organik olarak beslenerek kendinizi inanılmaz hafif hissedebilirsiniz. Buradan döndüğünüzde kesinlikle yenileniyorsunuz ve o bol oksijeni hep solumak istiyorsunuz.


Hızır Kamp doğayla başbaşa kalınacak ve tamamen organik nefis yemekler yiyebileceğiniz ender yerlerden biri. Ne yazık ki Hızır Kamp her an yok olabilir. Çünkü 2013 yılından beri Kaz Dağları'na hidroelektrik santrali yapımı gündemde. Eğer uygulanırsa, bu ve benzeri yerler yok olacak. Elinizi çabuk tutun...




17 Mart 2015

Hatay - Bir Lezzet Turu

Hatay seyahatimiz neredeyse tamamen bir lezzet turu olarak programlanan bir hafta sonuydu. Nerede ne zaman hangi yemeğin tadına bakılacak veya neresi ziyaret edilecek şeklinde olan programın asla hesaba katmadığımız noktası ise en son 4 sene önce sadece bir gün yağan, bir de bizim orada olduğumuz bir Cumartesi günü etrafı hızlıca kaplayan kar oldu. Neyse ki keyif katan bir nokta idi.

Araştırdığımız kadarıyla şehirde kalınacak iki otel var. Birisi eski bir sabun fabrikası olan Savon Hotel. Şehrin tam göbeğinde değil, yani bir restorana gitmek isteseniz mutlaka arabanız ile çıkmanız lazım. Ancak avlusu, atmosferi oldukça güzel. Bir de bizim tercih ettiğimiz şehir merkezindeki Liwan Otel var. Burası da oldukça otantik. Sadece kışa hazırlıksız yakalandıklarından mı emin değilim, odaları yeteri kadar sıcak değildi. Onun dışında konumu bakımından çok rahat tercih edilebilir.

İstanbul'dan Hatay'a bir cumartesi sabahı yaklaşık 2 saatlik bir uçak yolcuğu ile vardık. Önceden kiraladığımız arabalarımızı alıp otelimize doğru yola çıktık. Otele yerleşmeden önce, Hatay yemeklerine bir giriş yapmak istedik ve lezzet turumuzun ilk durağı olan Anadolu Restoran'a uğradık.
Burada Ispanak borani, tereyağında humus, mumbar, katıklı ekmek ve sac oruğunu denedik.

Bakladan yapılan humus - Uzunçarşı

Bunlardan Ispanak borani oldukça iyiydi, çorba gibi olduğundan sanırım yol yorgunluğumuzu aldı. Tereyağında humusu, yazının ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğim restoranlar çok daha iyi yapıyorlardı. Mumbar çok beğenildi. Katıklı; peynirli ve biberli ekmek, oldukça beğenildi. Sac oruğu da güzeldi. Yemeklerimizin üstüne kahvelerimizi içerken şunu da öğrenmiş olduk; kahveyi özellikle köpüklü istemezseniz, köpüksüz geliyor.

Yemekten sonra, otelimize hızlıca yerleşip, Hatay'ın meşhur çarşısı Uzun Çarşı'ya uğradık. Uzun Çarşı'yı İstanbul'un Kapalıçarşı'sı gibi düşünebilirsiniz. Bu çarşıda yemekten giyime çok farklı dükkanlar bulmanız mümkün. Yemek kısmında ise asıl önemli olan, sadece yemekle veya alışveriş ile kalmıyor, bunların nasıl yapıldığını da görebiliyorsunuz. Bunun en güzel örneğini Çınaraltı Künefe - Yusuf Usta'da gördük.

Çınaraltı Künefe - Yusuf Usta

Uzun Çarşı'daki küçücük dükkanında künefeyi müşterilerinin gözü önünde büyük saclarda pişiriyor ve adeta bunu bir gösteri haline getiriyor. Künefeyi bu şekilde pişerken görmek bizim iştahlarımızı daha da açtı. Ufak dükkanında o anda oturacak yer yoktu ama biz soğuk ve kara rağmen sıcak çay ikramlarıyla bu lezzetin pişmesini sabırla bekledik. Tabi ki beklediğimize değdi!



Aynı deneyimi bir de Çayırcı Bakla - Humus Salonu'nda yaşadık. Ayaküstü uğradığımız bu mekanda ustanın humusu taze taze hazırlamasını hayranlıkla izledik. Bize ikram edilen humusa bayıldık!
Uzunçarşı'da ayrıca mutlaka Bucaklar Fırını'na uğrayın ve ustanın fırından çıkan katıklı ekmeklerinin sıcak sıcak tadına bakın, muhteşem.

Bucaklar Fırını - katıklı ekmek

Uzunçarşı turumuzun ardından Hristiyanlığın en eski kiliselerinden kabul edilen, aslında dağa oyulmuş bir mağara olan Saint Pierre Kilisesi'ni ziyaret ettik. Kardan dolayı ulaşmakta biraz zorluk çektik ama karda ayrı bir güzel olmuştu bu kilise, gittiğimize değdi. Dağa açılan tüneli bir zamanlar burada toplanan Hristiyanların baskınlardan kaçmak için kullandıkları söyleniyor.

St. Pierre Kilisesi

Kiliseden sonra Savon Hotel'e uğradık, hem şarap eşliğinde keyifli sohbet ettik, ısındık hem de o andan itibarenki lezzet duraklarını kararlaştırdık.

Akşam yemeği için ilk durağımız Sultan Sofrası oldu. Oldukça başarılı bir restoran Sultan Sofrası. Denediklerimizden; asur, yoğurt aşı, abagannuş, tepsi kebabı ve kaytaz çok lezzetliydi. Bu yemekler sadece bir girişti. Sonrasında Sveyka Restoran'da tadımlara devam ettik. Sveyka Restoran'da kesinlikle tavsiye edilenler: başta Vişne Kebabı olmak üzere, Fettus salata, sucuk böreği ve tabuleh.

Sveyka'da vişne kebabı

İkinci ve son günümüzü aslında Titus Kanyonu'na ayıracaktık ancak bir önceki gün kar yağdığından, o taraflara gitmemizi önermediler. Onun yerine Uzun Çarşı'da yaptığımız yerel alışverişten sonra (defne sabunu, nar ekşisi, zahter, salça alabilecekleriniz arasında)  Arkeoloji Müzesi'ni ziyaret ettik. Müze yeni yerinde Avrupa standartlarında olmuş. Özellikle mozaik bölümü için vakit ayırmanızı tavsiye ederim.

Hatay Arkeoloji Müzesi mozaiklerinden biri

Lezzet kısmında ise Pöç Kasabı değişik bir deneyim oldu bizim için. Aslen bir kasap burası ancak arka tarafında ufak bir restoranı bulunuyor. Burada tepsi ve kağıt kebabının tadına baktık. Ben açıkçası Sultan sofrasındaki tepsi kebabını daha çok beğendim.

Kalan vaktimizde merkeze yaklaşık 40 dk mesafedeki Musa Ağacı'nı ve Defne yolunu görelim istedik. Burası Samandağ'a bağlı Hıdırbey köyünde. Efsaneye göre Hz. Hızır ve Hz. Musa denizden çıkıp, Musa Dağı'na tırmanır. Derede su içmek için durduklarında Hz. Musa, asasını toprağa saplar. Dönüp geldiğinde yeşerdiğini görür, yerinde bırakır. Ağaç büyür, bugünkü şeklini alır.

Musa Ağacı

Hıdırbey köyü

Aslına bakarsanız, Defne yolundan çok fazla etkilenmedik. Hatay'a kadar gitmişken, zaman ve hava şartları el veriyorsa, Titus'a gitmenizi öneririm. Şahsen ben Hatay'a tekrar bir baharda gitmek ve bu kanyonu görmek istiyorum. Ayrıca söylenene göre baharda tüm şehir portakal kokuyormuş :)

9 Şubat 2015

Mozart'ın şehri - Salzburg

Salzburg'un kelime anlamı tuz kalesi. Altında hala tuz madenleri var. Şehirde sadece bu özel tuzu satan dükkanlar bile bulunuyor. Daha da önemlisi Mozart'ın doğduğu şehir Salzburg! Avusturya'nın bu aslında 4.büyük şehri, yine de alıştığımız büyüklükte değil. Ufak ama bir o kadar da sevimli, insanı normal hayatın akışından koparan bir şehir. Hele karda ayrı bir güzel.

Karlar altında Salzburg

Salzburg'a THY'nin direkt seferleri var, ancak biz Münih üzerinden trenle çok rahat ulaştık. Yaklaşık 1 saat süren keyifli bir yolculuk yapabilirsiniz. 

Şehre varınca mutlaka Salzburg kartı alın ki, müzelere girişiniz ve tramvayı kullanmanız ücretsiz olsun.

Şunu özellikle belirtmem gerekiyor: Pazar günleri neredeyse tüm dükkanlar hatta bazı restoranlar bile kapalı. Pazar gününüz gezinizin içinde ise bu günü tarihi yerleri gezmeye ve şehrin sokaklarını keşfe ayırın.

Biz gezimize bir Pazar günü Mozart'ın yaşadığı evden başladık (Mozart Wohnhaus olarak geçiyor) Bu dahinin doğduğu ve yaşadığı evler ayrı evler. Mozart doğduktan sonra ev aileye oldukça küçük geldiği için, bir süre sonra taşınıyorlar. Her iki ev de ziyarete açık. Doğduğu evde kemanı, piyanosu, notları, notaları, kısacası Mozart'ı tanımanız için ne varsa sergileniyor.



Buradan Mirabell bahçelerine kısa bir ziyaret yapıp, kilitlerle bezenmiş yaya köprüsünden nehri geçip eski şehire geçtik. Birçok Avrupa şehrinde kilitlerle kaplı bir köprü görmeniz mümkün. İşin tüm esprisi ya çeşitli dileklerin gerçekleşmesi ya da çiftlerin aşklarını ölümsüzleştirmek için asma kilitleri buraya asıp, anahtarını nehre atması.



Köprüden sonra şehrin herhalde en bilindik caddesi olan Getreidegasse'yi yürümeye başladık.
Cadde üzerindeki dükkanların, buna bilindik markalar da dahil, tabelaları bu caddenin havasına uygun olarak tasarlanmış.

Getreidegasse
Caddenin büyüsü sadece dar ve uzun binaların yanyana uzanmasından veya alışveriş caddesi olmasından kaynaklanmıyor, onun dışında her adımda karşınıza çıkan pasajlar, bu pasajların açıldığı avlular şaşırtıyor.

Sayısız pasaj ve avlulardan bir tanesi

Buralardaki irili ufaklı dükkanlar ve hatta restoranlar, keşfetme isteğinizi daha da arttırıyor. Caddenin başında belediye binasının olduğu meydan, sonunda ise St. Blasius Kilisesi var. Kilisenin hemen sol tarafında oyuncak müzesi (Spielzeug museum) var. Burası çocuklardan çok büyüklere de hitap ediyor, çünkü 19.yy'dan günümüze oyuncakları hatta eski müzik aletlerini burada görmeniz mümkün. Müzenin binası dışardan bakıldığında bir manastırı andırıyor. Müze ilginizi çekmese bile avlusuna bir göz atmanızda fayda var.

Oyuncak Müzesi

St. Blasius Kilisesi'nin sağ tarafına doğru ilerlediğinizde sizi tepedeki Modern Sanat Müzesi'ne çıkartacak asansöre ulaşıyorsunuz. Devam ettiğinizde ise çatılarında restorasyon tarihleri dahi yazan renkli evleri ve bu bölgedeki ufak barları buluyorsunuz. Pazar günü olduğu için buralar da kapalıydı.

Getreidegasse'ye geri dönüyoruz ve 9 numarada Mozart'ın doğduğu evi ziyaret ediyoruz. Ben açıkçası kişisel eşyaları sergilendiği için yaşadığı evi daha çok beğendim. Burada da Salzburg kartımızı gösterip bir ücret ödemiyoruz.

Mozart'ın doğduğu ev

Bir sonraki durağımız Hohensalzburg kalesi. Salzburg'u tepeden gören, Ortaçağ'dan kalan bu heybetli kale, Orta Avrupa'nın en büyük fethedilmemiş kalesi. Kaleye ister finiküler ile, isterseniz de yürüreyek çıkabilirsiniz. Daha çıkarken şehre bir kez daha hayran kalmamak elde değil.

Kalenin içinde hem yerleşim yeri olarak bir müze hem de bir kukla müzesi mevcut. Dilerseniz bir kukla gösterisine hemen bilet alabiliyorsunuz.

Kaleden sonra son olarak heybetli Salzburg katedralinde bir ayine denk geldik ve bir kez daha büyülendik. Herhalde birkaç yüz insan, ellerinde mumlarla katedrala girdiler ve Pazar ayinlerine başladılar.

Salzburg katedralinde Pazar ayini

Hem hava şartlarından hem de vakit yetersizliğinden Hellbrunn Sarayı'nı ziyaret edemedik. Bu saray, bahçeleri ve çeşmeleri ile turistlerin uğrak yeri. Listenizde bulundurmanızda fayda var.

Gelelim Salzburg'da nerede ne yenileceğine:

Kahvaltı için Cafe Bazar: Nehrin kıyısındaki bu tarihi kafe, büyük kristal avizeleri, mermer masaları, kibar garsonları ile hiç kalkmak istemeyeceğiniz tipik bir Avusturya kafesi. Kruvasanları sıcak ve çıtır çıtır, kahveleri birbirinden lezzetli.

Öğlen yemeği için Zwettler's: Binası 1500'lerden kalan bu restoran, II. Dünya Savaşı'nda bombalanmasına rağmen, zaman içinde çeşitli restorasyonlardan sonra bugünkü halini almış. Ancak hala tarihi hissedebiliyorsunuz. Yerel kıyafetli garsonlar size servis yapıyor. İlk girişte bir barı arka tarafta ise masaları olan bu sevimli restoranda biz şinitzel ve bira ile gezimiz için güç topladık.

Kahve ve tatlı molası için Cafe Tomaselli: Burada Mozart'ın dahi bademli süt içtiği söyleniyor. Mola verip, havasını solumak için bile uğrayın.

Sporer: Salzburg'a tekrar gitme sebebim diyebilirim. Sporer, içki ve likör dükkanı ama sadece satış yapmıyor, dükkanda kendi yapımı çeşit çeşit likörlerini ister barında ister arka tarafındaki birkaç masada denemeniz mümkün. En meşhur içkisi ise sanırım portakal punch. Sıcak içiliyor, şiddetle tavsiye edilir!

Akşam yemeği için St. Peter Stiftskeller - The Restaurant: Avrupa'nın en eski restoranlarından biri ve oldukça şık. Normal şartlarda mutlaka rezervasyonla gidilmesi gerekiyor ancak biz şansımızı denedik ve başarılı olduk. İyi ki de denemişiz! Bembeyaz tertemiz örtüleri olan, ama sizi sıkmayan, bir dağ evindeymişsiniz hissi veren bu restoranda garsonlar da çok yardımcı ve kibar. Yemekleri oldukça lezzetli. Bir Salzburg klasiği olan Nockerl'ı (Salzburg'un meşhur tatlısı) burada denemeniz gerekiyor. Görüntüsü ile Salzburg'un dağlarını temsil eden bu tatlı, 2 kişiye bile fazla geliyor. Paylaşmanız öneriliyor.

Nockerl