20 Kasım 2016

Huzur, Uyum, Zen: Kyoto, Japonya

Japonya'daki ilk durağımız olan Tokyo'ya ait yazımı oldukça önce yazmıştım. Aynı seyahatin devamı olan Kyoto yazımı ancak yazabilmemin sebebi; notlarımın çok detaylı ve uzun olması, bunu tekrar yazıya dökmenin kolay olmamasıydı. Seyahatin üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen, hala birçok ayrıntı bende taze saklı. Kyoto'da aslında sadece 3.5 gün geçirmişiz ama o kadar çok yer görmüşüz ve o kadar dolu dolu geçmiş ki sanki bir hafta kalmış gibi hissetmiştim. Akşam otele döndüğümde o gün neler yaptık diye yazmak için defterimi açtığımda, nereden başlasam diye düşündüğümü itiraf edebilirim, ne de olsa birbirinden farklı ve güzel o kadar şey bir güne sığmaya çalışıyordu.

Tokyo yazımda da yazmıştım; Japonya'yı ziyaret etmek için ideal zaman, kiraz ağaçlarının çiçeklendiği zaman, Sakura zamanı, yani Mart sonundan Mayıs başına kadar. Her yıl hava şartlarına göre bu zamanlar değişebiliyor. Şu anda 2017 için bir öngörü yapılmamış, ki bunu belirli internet sitelerinden takip etmek mümkün. Yine de seyahat tarihlerinizi 2016 yıl verilerine göre belirlemeniz hiç de zor değil.

Tokyo'dan Kyoto'ya geçmeden önce neredeyse tüm detaylar belliydi. Tokyo'dan farklı olarak, kalacağımız otel, bir Ryokan - geleneksel Japon oteli- olacağı için , buraya gitmek için oldukça heyecanlıydık. Ancak ne olduysa tam bir gece önce bir anda karar değiştirdik - yerde yatma fikri hiç cazip gelmedi ve Ryokan yerine rezervasyonumuzu, hem de oldukça uygun bir fiyata, The Westin Hotel Miyako Kyoto olarak değiştirdik. Çok da memnun kaldık. Şehrin ünlü bir oteli burası, devlet büyükleri bile ziyaretlerinde burada konaklıyorlar.

Tokyo'dan Kyoto'ya Shinkansen ile geçtik. Shinkansen, saatte 320 km'ye kadar çıkan Japonya'nın meşhur hızlı treni. Çok ayrı bir deneyim. Tren platforma daha gelmeden, pembe kıyafetleri tam teçhizatlı teyzeler treni beklemeye başladı. Tren gelip de yolcular indikten sonra, trene binip temizlik yaptılar. Hem de oldukça kısa bir sürede ve düzgün bir biçimde. Buradan kısa bir video izleyebilirsiniz. Videoda da göreceğiniz gibi bir de temizlik bittikten sonra bir düğme ile koltukları trenin gideceği yöne çevirip, trenden ayrıldılar.
Trende seyahat ederken, belki 300 km. hızla gidiyorsunuz ama hızın hiç farkına varmıyorsunuz. Rahatça arkanıza yaslanıp, ister manzarayı seyrediyorsunuz, isterseniz kitabınızı okuyorsunuz. Biz bunlara ek olarak, Tokyo Banana'nın tadına baktık. Tokyo Banana, Japonların bir tatlı markası. İçi kremalı hamurları veya bizim kağıt helvamız gibi yuvarlak tatlıları mevcut.

Üç buçuk saatlik hızlı tren yolculuğumuzdan sonra Kyoto tren istasyonuna varıyoruz. Burası Japonya'nın en iyi tren istasyonu olarak geçiyor. 11 katlı, üst katlarında dükkanlar ve restoranlar var. Burada giriş katında Berry Cafe isimli bir dükkan dikkatimizi çekiyor, çünkü tüm vitrini sanki bir sergi gibi, pastalarla dolu. Burada mutlaka birkaç pastanın tadına bakmamız gerektiğini biliyoruz ama yolculukla beraber ilk Kyoto günümüzü otelde rahatlayıp, ertesi güne enerji toplamaya ayırdığımız için, istasyondan otelin shuttle'ına binerek, gidip otelimize yerleşiyoruz.

Ertesi gün, ilk günümüzde, Kyoto'yu gezmeye Kiyomizu-dera Tapınağı ile başlıyoruz.

Kiyamizu-dera Tapınağı

Tarihi 1200 yıl öncesine dayanıyor. Antik Kyoto'dan kalma olduğu için, UNESCO Dünya Miras Liste'sine girmiş. Tapınak Otowa dağının eteklerinde o nedenle yukarı çıkış da biraz zahmetli. Çıkışta tamamen insan gücü ile çekilen araçlar gördük, bindik, 10 dakikada yukarıdaydık. Şubat ayı olduğu için, hava soğuk; o nedenle sürücümüz bize altımıza koymamız için birer poşet verdi, içinde ne olduğunu bilmiyorduk ama bizi ısıttı. Bir de bizi battaniyeye sardı. Pek konforluyduk. Kiyomizu-dera tapınağının dışı içinden daha ilginç diyebilirim. Çünkü Japonlar inanışları gereği, dileklerin gerçekleşmesi için, tüm bahçeye farklı farklı bölümler eklemişler. Aşk için, Love Stone, sağlık, mutluluk, aşk için satılan hediyelikler, şans için okşanan Buda kafası, tahta çubuklara yazılıp asılan dilekler, iki aşk kayası arasından düz yürünebilirse, dileğinin gerçekleşmesi gibi gibi değişik şeyler...Her şey dileklerin gerçekleşmesi için yapılmış. Biz de nasibimizi alıyoruz tabi ki, boş geçmiyoruz.

Dilek panosu

Tokyo yazımın bitiminde ilginç bir tuvalet macerasından bahsetmiştim. İşte bu tuvalet, bu tapınağın bahçesindeydi. Küçük bir bina, 100 Yen atılıyor, kapı otomatik olarak açılıyor. Hem tuvalet hem de bebek bakım için kullanılıyor. İçeri girip kapı kapandıktan sonra, 10 dakika süre var. Uzatma istenirse bir düğmeye basılıyor. Bir 10 dk. daha veriyor size sistem. Düğmeye basılmazsa kapı otomatik olarak açılıyor, aman dikkat!

10 dk. uzatma butonu  :)
Tapınaktan aşağı doğru inildiğinde Higashiyama bölgesine geliyorsunuz. Burası iki ana yoldan oluşuyor; Ninen-zaka & Sannen-zaka. Eski haliyle günümüze kadar korunmuş. Sannen-zaka'dan aşağı doğru iniyoruz. Dar bir yol, aşağı kadar irili ufaklı dükkanlar var. Buradan hediyelik eşya alışverişi yapabilirsiniz. Bizim tercih ettiklerimiz genelde yelpaze ve Japon bebekler oldu. 

Ninnen-zaka & Sannen-zaka merdivenleri ile başlayan bu yol bizi Yasaka Mabedi'ne getiriyor. Buraya gelene kadar, antik Kyoto atmosferinden dolayı bir film setindeymiş gibi ilerliyoruz. Yasaka Mabedi de 1350 yıl kadar önce yapılmış bir mabet. Geceleri önündeki alanda yüzlerce fener yakılıyor. Bu fenerlerin herbiri de buraya bağış yapan yerli firmalara ait. Mabet, ülkenin genelindeki en önemli festivallerden birine de ev sahipliği yapıyor: Gion Matsuri. Temmuz ayında olan bu festival, doğal afetlere karşı Tanrı'ya karşı bir arınma ritüelleri ile başlamış. Sonrasında günümüzde festival havasına bürünmüş. Geleneksel kıyafetlerle yürüyüş yapılıyor, geleneksel yiyecekler satılıyor. Hatta bazı kişiler evlerini ziyarete açıyor. Bu dönemde geleneksel bir Japon evini de görme şansınız oluyor.
Yasaka Mabeti, kiraz çiçekleri döneminde de (Mart-Nisan) oldukça fazla ziyaretçiyi ağırlıyor. Çünkü yanında bulunan Maruyama Parkı, Kyoto'nun kiraz çiçekleri zamanında en çok ziyaret edilen noktalarından biri.

Mabet ve park, Gion bölgesinin hemen yanında olduğu için, bu bölgeyi gezip, akşam yemeği için Pontocho'ya varıyoruz. Gion bölgesi yine tarihi bir bölge. En popüler kısmı Hanami-koji. Restoranlar, çay evleri (ochaya), Geyşa'ların (Kyoto şivesinde Geyşa; geiko çırağı ise maiko olarak adlandırılıyor) eğlendirdiği restoranları var. Burası dar bir sokak, Kamogawa nehrine paralel, birçok restoran, çay evi var. Ayrıca hala Geyşa evleri de mevcut. Geleneksel kıyafetleri içinde bu daracık yolda yürürken görebilirsiniz onları. Sokaktaki yapıların geleneksel bir mimarisi var. Restoranları şehrin diğer bölgelerine nazaran oldukça hesaplı. Neredeyse tanesi 1 dolara sushi yedik diyebilirim.

Pontocho'da bir restoran

Kyoto'da ikinci günümüze Chion-in Tapınağı ile başladık. Otelimize yürüme mesafesindeydi. Ilık temiz bir hava, huzurlu sessiz bir yol, bir sabah için daha ne isteyebiliriz ki! İlk başta devasa, ahşap bir kapı önümüze çıkıyor ki bu tapınağın kapısı 24 metre ile Japonya'nın en büyük  tahta tapınak kapısı. Yapımı 1600'lere dayanıyor. Ayrıca 24 ton ağırlığı ile Japonya'nın en büyük tapınak çanına evsahipliği yapıyor. Bu çanı çalmak için 25 kişilik bir takım gerekiyormuş!
Tom Cruise'un "Son Samuray" filminin setlerinden bir tanesi de burası. Tapınağın Budizmi anlamak için bir yol olduğu da söyleniyor.

Chion-in Tapınağı

Kapıdan geçtikten sonra merdivenlerden çıkıp, bir avluya geliyoruz ve şansımıza bir ayine de tanık oluyoruz.
Tapınağın değişik bir özelliği de "Bülbül Koridoru". Tapınak içinde bir koridora, tahta zemin üzerinde yürüdükçe bağlı olduğu metaller ile sürtüşüp bir gıcırtı çıkarması ve bu sesin bülbül ötüşünü anımsatması nedeniyle "bülbül koridoru" adı verilmiş. Tabi ki eskiden bu ses çok daha belirginmiş ancak zamanla tahta zemin yıprandığı için biraz daha gıcırtı halini almış. Bu koridora da tıpkı diğer tapınakların içine girildiği gibi ayakkabılarımızı çıkararak giriyoruz.
Bu tapınağa ait güncel bir not: Ana bina olan Miedo şu an renove edildiği için, dışı kaplanmış durumda. Renovasyon Mart 2019'a kadar sürecekmiş.

Buradan Heian Mabedi'ne geçiyoruz. Heian, Kyoto'nun eski ismiymiş. Öncelikle devasa kapısını görüyoruz. Bu tip kapılara Torii ismi veriliyor. Giriş kapısı olarak konumlanmış bu kapıların çoğu tahtadan yapılmış oluyor. Kapıdan geçtikten sonra geniş bir alan mevcut. Buradan ana binaya, sol taraftan ise bahçelere giriş var. Bahçeler oldukça etkileyici. Buradaki tüm bahçelere has bir sakinlik, huzur zaten var. Bahçedeki havuzlarda balıklar var. Su o kadar sığ ki, sanki büyük geliyorlar ve yüzdükçe kum kaldırıyorlar. Hava güzelse, oturup doğayı dinlemek, balıkları seyredip, havanın tadını çıkartmak çok keyifli.. Bahçedeki kiraz ağaçları öğrendiğimiz kadarıyla, diğer ağaçlardan bir kaç gün sonra çiçekleniyormuş, ancak açtığı zaman da bu manzarayı seyredebilecek en güzel noktalardan biri oluyormuş. Biz gittiğimizde kiraz zamanına bir ay daha vardı ve  maalesef bu mükemmel doğa uyanışına şahit olamadık.

Heian Mabedi - Torii kapısı
Heian Mabedi

Heian Mabedi

Heian Mabedi

Bir sonraki durağımız Nanzen-ji Tapınağı'na yine yürüyerek geçiyoruz. Bu tapınak da en önemli Zen tapınaklarından bir tanesi. İçinde birden fazla tapınak var ve hepsinde farklı özellikler mevcut. Örneğin görülmesi gerekenlerden bazıları; öğrencilerin boyadığı kayan kapılar, zen bahçeleri, ünlü kaplan tablosu. Özellikle Zen bahçesi benim için çok etkileyiciydi.

Nanzen-ji Tapınağı

Nanzen-ji Tapınağı - Zen Bahçesi
Nanzen-ji Tapınağı

Nanzen-ji'den Ginkakuji Tapınağı'na geçeceğiz. Ama öncelikle iki tapınak arasındaki ünlü yolu yürümemiz gerek: Filozof'un yolu. Bu yol, 2 km'lik, taş bir yol. Sadece yayalar için. Bu nedenle de sessiz. Ufak evler, kiraz ağaçları yol boyunca sıralanıyor. Bu yol ismini Japonya'nın ünlü filozofu Nishida Kitaro'dan almış. Her gün Kyoto Ünversite'sine gidip gelirken, bu yolu kullanan filozof, yürürken meditasyon yaparmış. Biz de bu yolda yürürken oldukça keyif aldık, sessizliğin, huzurun tadını çıkardık. Ufak bir cafe bulduk, öğlen yemeğimizi yiyip yeşil çayımızı içtik.

Yolun diğer ucundaki Gingakuji Tapınağı da bir Zen Tapınağı. Buraya gümüş bina da deniliyor. Aslında gümüş bir element yok ancak, eskiden dışı siyah lake ile kaplı olduğu için, ay ışığının bu kaplamaya yansıması gümüş görüntüsü yarattığı yönünde bir açıklama yapılmış. Bu tapınak ormanın içindeymişiz gibi bir his uyandırdı bizde. Bir kum bahçesi var, gümüş kum denizi olarak biliniyor.

Gingakuji Tapınağı - Kum Bahçesi

Gingakuji Tapınağı - Kum Bahçesi

İkinci günümüzü, Imperial Palace'da bitirecektik ancak otobüsü kaçırdığımız ve çok uzun süre yürümek zorunda kaldığımız için, oraya vardığımıza artık karanlık olmuştu. O nedenle burayı listemizden mecburen çıkarmış olduk. Biraz da zaten Tokyo'da Imperial Palace'ı ziyaret ettiğimiz için de sanırım çok da üzülmedik.

Üçüncü günümüzde, Nara'ya günübirlik bir gezi yapıyoruz. Nara'nn, Japonya'nın ilk başkenti olma özelliği var. Kyoto ve Osaka'ya yaklaşık 50 dk. mesafede. Bu şehir de, Japonya'daki tüm şehirler gibi birçok tapınağı barındırıyor. Bunlardan en önemlileri, Todaiji Tapınağı. Bu tapınaktaki Buda heykeli, Japonya'nn en büyük bronz heykelinden bir tanesi, 15 mt. yüksekliğinde. Yine Nara'da görülmesi gereken bir diğer yer ise, tapınağın hemen yanındaki Nara Geyik Parkı. Adı gibi, burada yürürken geyiklerle iç içesiniz. Öyle bir çitin arkasında görüceğinizi düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Sizinle beraber yürüyorlar, elinizde bir yemek varsa paylaşmaya hazırlar hatta. Bu nedenle tur rehberimiz bizi oradayken bir şey yememiz konusunda uyarıyor. Bir zarar vereceklerinden değil ama çok yakın olduğunuz için rahatsız olabileceğinizi düşündüğü için.

Todaiji Tapınağı - Bronz Buda Heykeli

Nara Park

Turumuzda son durağımız, Kasuga Mabedi. Burası da her tarafta görebileceğiniz bronz fenerleri ile ünlü. Bu mabet, Şinto dinine bağlı, güçlü Fucivra ailesinin de mabedi olarak geçiyor. Öğrendiğimize göre, bu dine mensup kişiler, dua ederken önlerinde bir Buda heykeli durmuyormuş. Önce dua edilen yere giriyorlar, el çırpıyorlar ki, ruhların dikkati çekilsin. O şekilde ruhtan ruha dua edilsin. Kyoto'ya dönerken Uji şehrinden de geçiyoruz. Bu şehir yeşil çayı ile ünlü bir şehirmiş. Rehberimizden yeşil çay ilesiyah çayın aslında aynı bitki olduğunu, yalnızca işlenişlerinin farklı olduğunu, yeşil çayın hemen kurutulduğunu öğreniyoruz.


Kasuga Mabedi

Kasuga Mabedi
Kyoto'daki dördüncü ve son günümüzde, Arashiyama Bambu Ormanı'na gidiyoruz. Bu seyahate böyle bir kapanış yakışırdı! Bu bölge turistik bir bölge, doğayla iç içe yapılacak çok farklı şey var. Ancak çoğu bahar için daha uygun. Biz direkt Bambu Ormanı'nın yolunu tutuyoruz. Resimlerle, yazıyla anlatılamaz. Gerçekten kişinin bizzat bulunması gerek burada. Bir yol ki, uzuun bambu ağaçları ile kaplı. Güneş ışınları bu ağaçların arasından süzülüyor. Rüzgar estikçe, ağaçların gövdeleri birbirine çarpıyor ve ortaya muazzam sesler çıkıyor.

Arashiyama - Bambu Ormanı
Tokyo ve Kyoto seyahatim, tüm notlarımı tekrar gözden geçirdikten sonra, benim için, turistik bir geziden çok, 5 duyuma hitap eden, huzur veren bir seyahat ve içsel bir yolculuk olmuş aslında. Temizlik, huzur, doğa, saygı, farkındalık ve tabi ki Zen bence bu seyahatin anahtar kelimeleri. Türkiye'den Japonya'ya gitmek kolay değil, ama bu yolu aştıktan sonra kesinlikle kendinize farklı şeyler katarak geri dönüyorsunuz.





7 Eylül 2016

İsviçre, Alpler ve Heidi - 2. Bölüm


Seyahat etmeyi sevenler bilirler, sadece bir şehri gezmek veya doğanın içinde güzellikleri hayranlıkla izlemek değil; seyahat için planlamalar, hazırlıklar, yollar, yolda edinilen tecrübeler, heyecan verir insana. Bu yüzden uçaktan çok; arabayla, hatta trenle yapılan yolculuklar bana göre heyecana heyecan katar. Tüm bunları, İsviçre'yi trenle gezerken tekrar düşündüm. Tüm bu nedenler ile İsviçre bizi kendine hayran bıraktı.

Bern

Trenimiz Bern'e girerken, gördüğüm manzara beni çok heyecanlandırdı. Aare nehri aşağıda akarken, şehir yüksekte olduğu için, suyun ayırdığı kara parçaları, yüksek köprülerle birbirlerine bağlanıyorlardı. Köprünün fotoğrafını çekmeliydim, o nedenle trenden iner inmez, hemen nehir tarafına doğru yola koyulduk.

İlk bakışta Bern

Yürürken de, Bern'in aslında Zürih ve Luzern'den ne kadar farklı olduğu kanısına vardık.
Bu daha tren istasyonundan belliydi. Herşey sanki daha kaotik ve insanlar daha kozmopolit. Zürih'in temizliği, nezihliği burada yok. Aslında belki karşılaştırmak da doğru değil, çünkü iki şehrin de birbirinden çok farklı özellikleri var.

Bern İsviçre'nin başkenti. Eski şehrinde hala bir Orta Çağ havası var. 1983'de eski şehir UNESCO Dünya Miras Listesi'ne girmiş. Eski şehrin gerçekten de kendine has bir havası var. Arnavut kaldırımlı yollar, kemerlerle birbirine bağlanmış kaldırımlar, içinden geçen nehir ile oluşturduğu güzellik...Ben bu şehri, bu üstü kapalı kaldırımları, sütunları ve kaldırımlar boyunca sıralanan butikleri, galerileri ile Bolonya'ya benzettim. Gezmesi oldukça keyifliydi...

Bern'de mutlaka görülmesi gerekenler; Zytglogge (Saat Kulesi), Einstein Müzesi, Tarih Müzesi ve Parlemento Binası. Bunları bir günde görebilir, üstüne biraz sokaklarda dolaşır, bir yemek yerseniz, günün sonunda Bern sanırım bitti diyebilirsiniz, ki biz öyle yaptık. Ama eminim ki biraz daha vakit olsa, turistik bölgelerden ziyade ara sokaklarda mutlaka kendimize göre bir şeyler bulabilirdik.

Tarih Müzesi

İlk olarak Zytglogge (Saat Kulesi) ile başladık; 13.yy'da yapılmış. İlk olarak kapı kulesi, ardından kadın hapishanesi görevlerini üstlenmiş. O dönemde sadece bir kuleymiş. 1405'deki büyük yangında zarar görmüş, uzun süre restore edilmeye çalışılmış. O zaman kuleye bir saat eklenmiş. Bu sade bir saat değil aslında, hem astronomik bir özelliği var hem de müzik çalıyor. Bu yıllarda kuleye çanın da eklenmesi ile beraber, kule Zytglogge ismini almış. Bu Bern Almanca'sında saat çanı demekmiş. Şu anda ise eski şehirde turistlerin uğrak noktası ve en çok fotoğraf çekilen yerlerinden birisi sanırım.

Zytglogge
Kramgasse

Kulenin bulunduğu caddede, Kramgasse'de numara 49'da, Albert Einstein'ın evi bulunuyor. Einstein, 1903-1905 yılları arasında bu binanın 2. katını kiralamış. Eşi Milena Raviç ve oğlu Hans-Albert ile bu evde yaşamış. Yine bu evde, 1905 yılında, en önemli formülü olan, fizikte kütle enerji eşitliğinin temel formülü, e=mc2'yi bulmuş. Şu anda ev, o dönemin eşyaları ile dekore edilmiş ve Einstein'a ait bazı parçalarla zenginleştirilmiş bir şekilde ziyarete açık. Bir üst katta ise, Einstein'ın eğitimi ve İsviçre'de geçirdiği yıllar hakkında bilgiler tüm duvarları kaplayacak bilgi panolarında sergileniyor ve ziyaretçileri bekliyor.

Einstein'ın evi

Şehirde bir diğer dikkat çeken bina, Parlemento Binası. Heybetli bir bina, özellikle aydınlatılmış haliyle çok güzel duruyor. Rehberli turlar mevcut ancak fazla vaktiniz yoksa, bence uğrayıp sadece fotoğraf da çekebilirsiniz.

Katedral

Bern katedrali yine görmeniz gerekenler listesinde. Katedral, İsviçre'nin Orta Çağ'dan kalan en büyük ve en önemli kilisesi olarak geçiyor. Katedralin kulesi, İsviçre'nin en yüksek kilise kulesi ve açık bir havada tüm bölgeyi, karla kapı dağları izleyebiliyorsunuz.

Bern'de en bilindik ve turistik restoran Kornhauskeller ve Cafe. Giriş yaptıktan sonra merdivenlerle aşağı iniyorsunuz ve oldukça tarihi bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Sütunlarla desteklenmiş bir alan ve dekorasyonundan dolayı biraz ağır bir hava karşılıyor sizi. Biz buranın üst katındaki kafe bölümünde bir şeyler içtik. Yemek için tercihimizi İtalyan mutfağının oldukça lezzetli yemeklerini sunan Luce Restoran'dan yana kullandık. Servisinden ve hizmetinden de oldukça memnun kaldık.


Jungfrau

Ve artık gezimizin beni program yaparken en heyecanlandıran durağı olan Jungfrau'ya doğru yola çıkma zamanı.

Jungfrau'ya Avrupa'nun tepe noktası deniyor. Bununla birlikte bir diğer özelliği, bu tepe noktasına ulaşmamızı sağlayan tren yolunun deniz seviyesinden 3,454 mt yükseklikte olan Avrupa'nın en yüksek rakımlı tren yolu olması. Şansınız varsa açık bir havada yukarı çıkıp alabildiğince uzağı seyredebiliyorsunuz. Hava bulutlu ise yukarıda hiç birşey göremeyeceğiniz için, çıkılması önerilmiyor. Tam tepede değil ama yakın yerleşim yerleri kışın kayak merkezi olarak hizmet veriyorlar. Baharla birlikte ise trekking yapma şansınız var.

Bern'den gitmesi daha kolay olduğu için, günübirlik olarak buradan zirveye tırmanacağız. Gitmesi zahmetli gibi görünse de, her bir aktarma ayrı bir hayranlık uyandırıyor. Tepeye çıkmak biraz masraflı olabilir ancak oraya giderken seyredeceğiniz manzara, her şeye değer dedirtiyor. Öyle bir yol düşünün ki, çoğu zaman sol tarafınızda göller ve su seviyesi sizinle bir, sağ tarafınızda ise bir tepe, bunlarla bağlantılı  tünellerden geçilip gidilen yollar... Veya bazen dümdüz yeşil bir ova ve minik evler...Kafamda nereden geldiği bilinmez bir şarkı; Erkin Koray'dan - Sevince.

Biraz aktarmalı bir yolculuk olduğu için yola erken koyulmakta fayda var, Mart ayındayız ve hava hala erken kararıyor. Dönüş yolunda da manzarayı kaçırmak istemiyoruz.

Bern'den sabah 09:06 treni ile Interlaken Ost istasyonuna doğru hareket ediyoruz. Yine Swiss Pass geçerli olduğu için bilet almak ile uğraşmıyoruz, sadece telefondaki uygulamadan bize uygun tren saatini seçiyoruz ve platformunu öğreniyoruz. Bu arada yine kahvaltımız yollarda ve burada tren istasyonundaki taze pişmiş Pretzel ve çok farklı çay çeşitlerini bulduğumuz Tekoe çayımız imdadımıza koşuyor. Tekoe Bern istasyonunda. Çaylar gram ile paket halinde de satıldığı için, aklınıza gelen her türlü aromalı çayı, eve dönüşte kendinize veya hediye olarak sevdiklerinize de alabilirsiniz.

Trende kahvaltı
Interlaken Ost istasyonundan Lauterbrunnen, oradan da Kleine Scheidegg rotasını izledik. Kleine Scheidegg'e çıkarken, sağ tarafta oturduk, bir noktadan sonra vadideki evler minicik kaldı, kar kalınlığı arttı, inanılmaz bir manzaraydı. Tren çıkışta birkaç merkezde durdu, buralar kayak merkezleri. Belirli rotaları izleyen kayakçılar, kayakları ile binip, bir sonraki duraklarda indiler ve kaymaya devam ettiler.

Lauterbrunnen

Wengen üzerinden Kleine Scheidegg'e çıkan trenimiz

Bu arada, Lauterbrunnen yerine Grindelwald istasyonunu da kullanabilirsiniz. Her iki istasyona kadar Swiss Pass geçiyor. Bu istasyonlardan Kleine Scheidegg'e Swiss Pass sayesinde %25 indirimli oluyor biletler. Ancak artık buradan Jungfrau'ya hatırı sayılır bir ücret karşılığında çıkıyorsunuz. Kişi başı yaklaşık 200 CHF.

Kleine Scheidegg tren istasyonu

Kleine Scheidegg de bir kayak merkezi. Ufak bir tren istasyonu var. Trenimizi beklerken bir şeyler içip, bol bol fotoğraf çektik, şansımıza hava da güneşliydi, açık, temiz havanın da keyfini çıkardık.
Jungfrau treni için aslında biraz tedirgindim, çünkü seyahat programını hazırlarken farklı kaynaklardan, yükseltiden dolayı, mide bulantısı riski olduğunu okumuştum. Nitekim web sitesinde yükseklik hastalığı olarak bilgi mevcut. Ancak insan vücudu böyle bir tepkiyi en erken 2500 mt'de ve çıktıktan 6-12 saat sonra vereceği için, direkt bir rahatsızlık hissedilmeyeceği yazılmış. Yine de kalp hastalarının bu yüksekliğe çıkmasını önermiyorlar.
Neyse ki korktuğum gibi bir şey olmadı. Tren çıkarken, 3 farklı durakta duruyor, birisi açık havada, diğer ikisi ise dağın içinde. Buralarda 5 dk mola veriyoruz. Hem manzarayı seyretmek için hem de kanımca vücudumuzun bu yükseltiye alışması için.

Trenimizin son durağı, Top of  Europe, yani Avrupa'nın tepesi. 3,454 metredeyiz. Burası bir üs adeta. Birkaç katlı, duvarlarda turu nasıl yapacağınızın bilgisi var. Girişte, duvara dışarının havadan görüntülerinin yansıtıldığı bir film karşılıyor bizi. Hediyelik eşyaların satıldığı bir alan, buzdan heykellerin sergilendiği bir buz tüneli, Lindt çikolatalarının satıldığı bir dükkan, hepsi içeride mevcut. Buraları gezerken oldukça yavaş hareket ediyoruz. Bu yükseltide oksijen alıştığımızdan az olduğu için, inanılmaz bir yorgunluk ve kalp çarpıntısı yapıyor.
Dışarıda başka iki farklı açık alan var. Buralardan harika manzarayı seyrediyoruz. Bu yükseltide bile kargaya benzeyen kuşlardan uçuyor. Kimisi ziyaretçilere alışmış bile. Dışarısı -20 derece. Hem çok iyi giyinilmeli hem de güneşe aldanmadan çok fazla kalmamaya dikkat edilmeli.







Jungfrau kesinlikle İsviçre turumuzun en heyecanlı ve en hatırda kalıcı kısmıydı, bir daha yolum düşse kesinlikle tekrar ziyaret etmek isterim burayı. Eminim dünyanın bir çok yerinde henüz görmediğim nice doğa harikaları var. Ancak tepeye çıkarken ki o manzaralar, zirvedeki sessizlik, doğayla baş başa olma hissi, harikaydı.


Lugano

Gezimizin son durağı Lugano. Buraya ikinci gelişim, ama daha çok kez gelmek isterim. Lugano, İsviçre'nin İtalya sınırında, göl kenarında bir şehir. Zaten buraya ulaşırken, İtalyan mimarisinin de ağır bastığını görüyoruz, kiliseler, evlerin şekilleri değişiyor. Tabelalar İtalyanca'ya dönüyor. Zaten İsviçre'de tamamında İtalyanca konuşulan tek şehir burası. İtalya tarafında ise Como'ya çok yakın, Milano'ya ise bir saat uzaklıkta.

Şehirde yaşam kalitesi oldukça yüksek, lüks ağır basıyor, hava tertemiz, şehir sakin. Burada yaşasam, ömrüm uzar dedirten cinsten bir şehir.

Lugano Gölü
Lugano Gölü

Lugano'nun çarşısı

Şehrin, ufak bir çarşısı, güzel restoranları ve göl kenarında parkları, yürüyüş yolları var. Bir turist olarak gidildiğinde bir gün yeterli. Biz de öğlen gibi ulaştık, otelimize yerleştikten sonra, çarşısında gezdik ve şehrin Trip Advisor tarafından mükemmellik sertifikası alan Trattoria - Pizzeria Galeria' da akşam yemeğimizi yedik. Yemekler, kalite, servis muhteşemdi. Kadınlar günü olduğu için, yemekten önce bir içki ikram etmeleri de oldukça zarifti.

Trattoria Pizzeria Galeria

Ertesi gün güzel bir kahvaltının ardından, direkt Zürih'e gideceğimiz trenimiz ile yaklaşık üç saatlik bir yolculuk yaptık. Seyahatin sonunda o kadar yorgun olmama rağmen, etrafı son kez görmek istedim, hiç bir ayrıntıyı kaçırmayayım derken de gözümü bir an kapatamadım.



22 Mayıs 2016

İsviçre, Alpler ve Heidi - 1. Bölüm

Bugüne kadar seyahat ettiğim ülkeler arasında beni en çok etkileyenler insanlarından, kültürlerinden veya doğalarından dolayı hep farklı kıtalardaki yerler olmuştu. Bu kez listeme Avrupa'dan bir yer girdi. İsviçre beni doğası, düzeni, temizliği ile inanılmaz etkiledi.

Gönül isterdi ki, vakit olsun ve bir seferde bu ülkenin içinde kaybolayım. Maalesef kısıtlı bir zamanda ancak bir kısmını görebildik.

Zürih tren istasyonunda bizi karşılayan Dada akımına ait bir heykel


Gezimizde Zürih, Bern ve Lugano'yu konaklama şehirleri olarak aldık. Hem bu şehirleri gezdik, hem de mükemmel işleyen tren sistemi ile bu şehirlere yakın başka şehirleri de görme imkanımız oldu.
Zürih'ten Luzern'i, oradan Rigi Dağı'nı; Bern'den Interlaken üzerinden Jungfrau'yu gördük. Lugano'da ise sadece şehirde gezmek için vaktimiz vardı.

Öncelikle İsviçre'deki geziniz boyunca hayatınızı kolaylaştıracak bazı ipuçları vereyim:

- İsviçre, Schengen bölgesinin bir parçası ancak Avrupa Birliği'nin üyesi değil. Bu nedenle Schengen vizesi ile ülkeye giriş yapıyorsunuz ancak para birimi söz konusu olunca İsviçre Frangı'nı mutlaka yanınızda bulundurmanız gerekiyor. Çünkü bazı yerlerde Euro geçmiyor. Bazen de Euro kullanmanız daha maliyetli olabiliyor.

- Uçağınızı uygun fiyattan almış olabilirsiniz, ancak bundan sonrası için finansal olarak iyi bir planlama yapmanız gerekebilir, İsviçre ucuz bir ülke değil. Şayet otel zincirlerinin programlarına üye iseniz, buradaki kampanyaları takip etmenizde fayda var. Bizim gittiğimiz dönemde Accor otellerinin (Accor üyelerine) çok iyi bir kampanyasını yakaladık. Zürih ve Bern'de kaldığımız oteller tam eski şehir merkezlerinde değildi, ancak ulaşım mükemmel işlediği için bir otobüsle 2 durak mesafesinde merkezde olabiliyorduk.

- İsviçre'de benim önerim şehirler arası seyahatlerinizde treni tercih edin. Manzaralara hayran kalacaksınız. Bazen dinlenme zamanlarımız trenler oluyordu ancak etraf o kadar güzeldi ki o kadar uykum olduğu halde gözlerimi bir an bile kapatamadım.

- Birden fazla şehre gidecekseniz, tek tek bilet almak yerine kendinize uygun bir Swiss Pass alın. Daha ucuza gelmese bile, size zaman kazandıracaktır. Sadece bineceğiniz trenin saatini bilmeniz yeterli. Bunu da SBB'nin uygulamasından çok rahatlıkla belirleyebilirsiniz. Bu uygulama tüm aktarmaları, platformları da gösteriyor. İsviçre'de trenlerde genellikle herkes koltuk rezervasyonsuz seyahat ettiğinden, yer probleminiz de olmuyor.

- Ülkede 4 resmi dil konuşuluyor: Ağırlıklı olarak Almanca, batıda Fransızca, güneyde İtalyanca, doğuda ufak bir bölümde ise Romansça. Seyahatinizde bu geçişleri rahatça fark edebiliyorsunuz. Örneğin Lugano; Ticino bölgesinde, İtalya sınırında, buraya olan yolculuğumuzda güneye gittikçe, tabelalar İtalyancaya döndü, mimaride gözle görülür bir değişiklik oldu. Örneğin Zürih taraflarında kiliselerin neredeyse tamamında saat kullanılmışken, güneyde bu dekor kalktı, latin mimarisi ağırlık kazanmıştı.



Zürih


Zürih, İsviçre'nin en büyük kenti, ayrıca da ekonomik ve kültürel başkent. Genel olarak bilenin aksine, İsviçre'nin başkenti değil. Eski şehir, Zürih gölü'nün Limmat nehri ile birleştiği alanda kurulmuş. Bu bölgede resmi dil Almanca.

Zürih

Zürih'i sokaklarında dolaşarak, yemeklerinden tadarak, kış değilse gölde bir tekne turu yaparak 1 günde rahatça gezebilirsiniz. Bu programa müze dahil etmek isterseniz, biraz daha vakit ayırmanız gerekebilir. Örneğin bizim Zürih'te 1 günden az bir vaktimiz vardı ve o tarihte Zürih Ulusal Müzesi'inde Dada Universal sergisi (Dada akımının 100.yılı - Dada akımı 1916'da Zürih'te doğan bir akım, yozlaşmayı, yerleşik değerleri protesto ediyor) vardı, ancak maalesef zaman yetersizliğinden gezme imkanı bulamadık.

Zürih'i gezmeye Niederdorfstrasse'den başladık. Bu cadde Limmat nehrine paralel, trafiğe kapalı bir alışveriş caddesi. Restoranlar, butikler ve bu caddeyi kesen, ufak meydanlara açılan dar ara sokaklar mevcut. Burada yürürken ilk amacımız çok eski bir cafe olan Cafe Schober'i bulmak, tatlılarından tatmaktı. Cafe Schober'de ilk molamızı verdik, ev yapımı tatlılarından denedik ve bayıldık. Cafe dışardan oldukça tek tip ama sevimli görünmesine rağmen, içerisi farklı stillere sahip çay salonlarından oluşuyordu.


Cafe Schober

Cafe Schober

Pastalarımızı yiyip, nane çayımızı içtikten sonra notlarımız arasında bulunan Beyer Saat Müzesine doğru yola çıktık. Müze Bahnhofstrasse'de bulunuyor.

Patek Philippe - 1938 - Masa saati

Aslında Beyer isimli saatçinin alt katında. Gözümüzde daha büyük ve farklı canlandırmıştık ama yine de değişik bir deneyim oldu. Ünlü markaların çok eski saatleri veya duvar, masa saatlerinin çok değişik, eski versiyonlarını burada bulmak mümkün. Sergilenen saatler hakkında bilgileri verilen tabletten görebiliyorsunuz. Ayrıca sorularınız için oradaki görevli bir beyefendi de size yardımcı oluyor. Yine de buraya çok fazla zaman ayırmanıza gerek yok. Sadece haftaiçi açık, Swisspass geçmiyor ve giriş ücreti 8 CHF.

Saat müzesinden sonra Avrupa'nın en büyük saatine sahip St. Peter Kilisesini görmeye gidiyoruz, buradan da Lindenhof tepesine.

St. Peter Kilisesi

Lindenhof Tepesi

Lindenhof Tepesi

Burası ağaçlarla kaplı yeşil bir meydan. Meydanda üzeri dama tahtası şeklinde masalar, yerde satranç oynanması için tasarlanmış alanlar var. Tepeden Zürih'i, Zürih Gölü'nü, Limmat Nehri'ni kuşbakısı izleyebiliyorsunuz. Manzarası Goethe'nin favori manzaralarından biriymiş. Bu arada Zürih gölü ile ilgili olarak; göldeki tekne turları Mart ayından itibaren başlıyor. Kış ayı haricinde Zürih'e yolunuz düşerse, deneyin, keyifli olacağını düşünüyorum. Hem güzel manzaranın keyfini çıkarırsınız, hem de dinlenmiş olursunuz.

Zürih'te ne yenir'e gelince, tabiki aslında öncelikli olarak fondü! Bunun için en ünlü restoranı sanırım Swiss Chuchi! Adler otelinin altında yer alıyor. Hem dizaynı hem de yemekleriyle tipik bir İsviçre restoranı. Fondüden başka raklet ve röşti de denenmeli. Rezervasyon şart.

Swiss Chuchi'de peynir fondü ve röşti

Buradan başka, yine biraz daha turistik ama uğranabilecek bir restoran: Zeughauskeller. Restoranın ilginç bir hikayesi var. 1487'de bir silah deposu olarak inşa ediliyor. 14. yy'ın başında İsviçre'yi Avusturya boyunduruğundan kurtarmaya yardım eden, okçuluk yeteneği ile bilinen Willhelm Tell'in oku da burada bulunuyor.(Willhelm Tell'in gerçek bir kişilik olduğuna dair bazı şüpheler de mevcut) 1900'lerden sonra ise restoran olarak kullanılıyor. Buraya da rezervasyon şart.

Zeughauskeller

Willhelm Tell'in oku Zeughauskeller'de sergileniyor 
Zürih başta olmak üzere, birkaç şehre daha yayılmış olan meşhur Sprungli pastanesine de uğramadan dönmeyin. Özellikle Luzemburgerli makaronlarından sevdiklerinize hediye alabilirsiniz. Veya dayanamazsanız, yanınıza alıp, arada enerji molaları verebilirsiniz.

Luzern ve Rigi Dağı


Luzern

Luzern'e Zürih'ten 1 saatlik bir tren yolculuğundan sonra ulaştık. Çok çok keyifli 1 saat, çünkü manzara harika! Önümüzdeki bir günü çok iyi değerlendirmemiz lazım. Çünkü hem Luzern'i gezmek istiyoruz hem de Rigi dağına çıkmak istiyoruz. Gün ışığı ve hava durumundan dolayı dağı riske atmak istemediğimiz için, önceliğimiz Rigi Dağı. Belirli bir saatten sonra yukarı çıkmamıza izin vermeyebilirler.

Rigi Dağı'nın en yüksek noktası 1798 mt. Şansımız varsa, hava açık ise 360 derece bir manzaraya hakim olabiliriz. Aslında birçok tepe noktasının farklı manzaraları var ancak Rigi dağının tepesinden, hava açık ise, karlı Alp tepelerini, 13 farklı gölü, kuş bakışı olarak Luzern ve Zug'u, hatta Fransa ve Almanya'yı görebiliriz.

Rigi dağına çıkmak için Vitznau'ya tekne ile giderek, oradan dişli tren ile Rigi Kulm'a çıkmak gerekiyor. İzlenecek farklı rotalar da var. Örneğin yine tekne ile Weggis'e gidip, 15 dakika yürüme mesafesinden sonra teleferik'e binip, Rigi Kaltbad'a varıp, oradan tepe noktaya, Rigi Kulm'a çıkılıyor.

Vitznau'ya giden tekneler Luzern tren istasyonunun karşısından kalkıyor. Swiss Pass burada da geçiyor. Tren yolculuğumuzdan sonra, hava sisli ve yağmurlu olsa bile, göldeki bu gezinti de çok huzur verici. Kış mevsimi olduğu için dışarıda oturamadık. İçerideki oturma düzeni ise masalardan oluşmuş. Dileyenler gezi esnasında yemek yiyebilir, sadece bir şey de içebilirler. Tabi bunlar pass'a dahil değil.

Luzern Gölü

Vitznau'ya vardıktan sonra Rigi-Bahn dişli trenine bindik. Bu tren yolu, Avrupa'daki ilk dişli tren yolu. 19. yy'dan beri üst sınıfın popüler bir destinasyonu olmuş. Buraya gitmek isteyen kişiler, tren yolundan önce insan gücüyle yukarı çıkarılıyorlarmış. Buna İngiltere Kraliçesi Victoria'da dahil.

Rigi Tren yolu başlangıcı

Tren yolu, dar ve dik ancak hiç huzursuzluk vermiyor. Onun yerine manzaraya odaklanıp yine hayranlıkla etrafı seyrettik. Yukarı çıkarken, yükseltinin sonuçlarını direkt gözlemledik. Çünkü göl kıyısında yağmurlu olan hava, yukarı çıkarken kara dönüştü. Etraf karla kaplı. Tabii bu demekti ki, biz o meşhur manzarayı göremeyeceğiz. Tepeye ulaştığımızda o kadar çok kar vardı ki sadece nereyi gösterdiği belli olmayan tabelaları gördük. Bir tane otel ve içinde bir restoran var ancak kardan başka hiç bir şey görünmediği için vakit geçirmeye pek de değmiyor. Tek gördüğümüz kayak, kızak, yürüyüş yapan kişiler. Ve yine sisli, karlı bir gün olduğu için dışarda yürümek bile cazip değil. Kış dışında bir mevsimde muhtemelen çok keyifli olacaktır. Tabelalardan gördüğümüz kadarıyla, trekking rotaları da mevcut çünkü.



Rigi

Bir sonraki treni bekleyene kadar içeride ısındık. Dönüşümüzde trenle Rigi Karlsbad'da inip, buradan teleferikle Weggis'e indik. 15 dk yürüme mesafesinden sonra tekneye bineceğimiz iskeleye vardık. Ancak bineceğimiz tekne çok az bir süre önce kalkmıştı, arada 2 saat vardı ve Weggis'de de o havada yapacak hiçbirşey yoktu. Luzern'i gezmek için de vaktimiz azaldığı için, bir görevliden yardım alarak alternatif bir rota belirledik, Luzern'e tren ile geri döndük.

Weggis

Luzern'de vaktimiz çok az kaldığı için ana yerlerini görebildik. Halbuki bu ortaçağ'dan kalma şirin şehirde yapılacak daha çokça şey var. Luzern'in ana simgelerinden bir tanesi Kapell Köprüsü ve Su Kulesi. İlk yapımı 13. yy. Tavanlarında günümüze kadar gelmiş resimler mevcut. Resimlerde şehrin kahramanları, azizler, önemli olaylar betimlenmiş. Köprünün uzunluğu 204 mt. Sanırım en çok fotoğrafı çekilen yer bu şehirde.

Kapell Köprüsü ve Su Kulesi
Kapell Köprüsü

Bu köprüden geçip, biraz yürüdükten sonra St. Leodegar Kilisesinin heybeti bizi karşılıyor. Luzern'in ana simgelerinden bir tanesi.

St. Leodegar Kilisesi

Sonraki durağımız ise Aslan Anıtı. Bir parkın içinde, dağa işlenmiş bir anıt bu. Fransız devrimi sırasında Paris Tuileries Sarayını savunan İsviçreli muhafızların öldürülmesi üzerine yapılmış.

Aslan Anıtı

Luzern'den ayrılmadan önce Aslan Anıtı'na çok yakın olan Caravelle Restoran'da yemeğimizi yedik. Hem İsviçre hem de İtalyan mutfağından yemekler bulmak mümkün.