12 Ağustos 2015

Sziget Festivali - Özgürlük Adası

Özgürlük adası olarak da bilinen, Avrupa'nın en köklü festivali olan, Sziget festivalindeyiz.


Türkiye'deki festivallerle sınırlı kalmayın, Budapeşte'de her yıl Ağustos ayında düzenlenen bu yaklaşık yarim milyon kişinin katildigi festivali mutlaka bir kere deneyimleyin. Ülkemizdekilerden ne kadar farklı olduğunu göreceksiniz. 

Adaya girdikten sonra artık oranın vatandaşı - Szitizen - sayılıyorsunuz :) Pek çok farkli milletten genç var burada, herkes istediği gibi ama kimse kimseyi rahatsız etmeden eğleniyor.


Herkese uygun müzik var burada, bu seneki en ünlü isimlerden biri Robbie Williams'dı. Onun dışında, Florence + The Machine, Interpol ve Kasabian gibi çok ünlü gruplar da var. Türk rock grubu Yok Öyle Birşey'i de Sziget'de dinledik, gururlandik.  

Sadece müzik de yok burada, sanat bölümünde yeteniğinizi konuşturup, başka bir alana bungee jumping yapabilir, sonra da plaj voleybolu oynayabilirsiniz. Yorulduğunuzda ise chill out bölümünde dinlenebilirsiniz.

Adada her ülkenin mutfağından yemek yiyor, birçok farklı icki icebiliyorsunuz.

Konaklama ise; ister adada cadir kurun, ister VIP kampinglerde kalin veya hostel / oteli yatmadan yatmaya kullanin.

Festivalde bu sene rekor Türk katılımcı olmuş, seneye daha çok artması ve daha çok Türk sanatçının katılabilmesini diliyorum.

30 Nisan 2015

Kaz Dağları - Hızır Kamp

El değmemiş bir doğa harikası, Hızır Kamp. O kadar doğal ki ilaçlama bile yapılmıyor. Ve o kadar doğanın ortasında ki telefon ara ara çekiyor. Kazdağları, Mehmetalan köyünde. Sahipleri Hızır Bey ve eşi Müslüme Hanım. Müslüme Hanım yemeklerinin hepsini taze sebzeler ile yapıyor ve bölgenin zeytinyağlarını kullanılıyor.





Hızır Kamp'a ulaşım hem karayolundan hem de havayolu ve oradan da kısa bir karayolundan yapılabilir. Pegasus ve Bora Jet'in hergün Edremit'e seferleri var. Oradan sizi alıyorlar ve yaklaşık 20 dk'lık bir yolculukla kendinizi Hızır Kamp'ta buluveriyorsunuz.

Kampta banyolu ve ortak banyolu ağaç evlerde kalabildiğiniz gibi, 2 adet 3 kişilik taş evlerde de kalabiliyorsunuz müsaitlik durumuna göre. Ayrıca çadırda konaklama da mevcut.



Bireysel olarak gittiğiniz zaman, bol bol kitap okuyabilir, mevsime göre çayda yüzebilir ve rehberiniz eşliğinde bol bol dağ yürüyüşleri yapabilir, akşamları da kamp ateşinde keyifli sohbetlere katılabilirsiniz. Hızır Kamp'ta ayrıca dönem dönem yoga ve meditasyon kampları oluyor. Yaklaşık bir hafta burada tüm gün programlı bir şekilde çalışıp, rahatlayabilir ve organik olarak beslenerek kendinizi inanılmaz hafif hissedebilirsiniz. Buradan döndüğünüzde kesinlikle yenileniyorsunuz ve o bol oksijeni hep solumak istiyorsunuz.


Hızır Kamp doğayla başbaşa kalınacak ve tamamen organik nefis yemekler yiyebileceğiniz ender yerlerden biri. Ne yazık ki Hızır Kamp her an yok olabilir. Çünkü 2013 yılından beri Kaz Dağları'na hidroelektrik santrali yapımı gündemde. Eğer uygulanırsa, bu ve benzeri yerler yok olacak. Elinizi çabuk tutun...




17 Mart 2015

Hatay - Bir Lezzet Turu

Hatay seyahatimiz neredeyse tamamen bir lezzet turu olarak programlanan bir hafta sonuydu. Nerede ne zaman hangi yemeğin tadına bakılacak veya neresi ziyaret edilecek şeklinde olan programın asla hesaba katmadığımız noktası ise en son 4 sene önce sadece bir gün yağan, bir de bizim orada olduğumuz bir Cumartesi günü etrafı hızlıca kaplayan kar oldu. Neyse ki keyif katan bir nokta idi.

Araştırdığımız kadarıyla şehirde kalınacak iki otel var. Birisi eski bir sabun fabrikası olan Savon Hotel. Şehrin tam göbeğinde değil, yani bir restorana gitmek isteseniz mutlaka arabanız ile çıkmanız lazım. Ancak avlusu, atmosferi oldukça güzel. Bir de bizim tercih ettiğimiz şehir merkezindeki Liwan Otel var. Burası da oldukça otantik. Sadece kışa hazırlıksız yakalandıklarından mı emin değilim, odaları yeteri kadar sıcak değildi. Onun dışında konumu bakımından çok rahat tercih edilebilir.

İstanbul'dan Hatay'a bir cumartesi sabahı yaklaşık 2 saatlik bir uçak yolcuğu ile vardık. Önceden kiraladığımız arabalarımızı alıp otelimize doğru yola çıktık. Otele yerleşmeden önce, Hatay yemeklerine bir giriş yapmak istedik ve lezzet turumuzun ilk durağı olan Anadolu Restoran'a uğradık.
Burada Ispanak borani, tereyağında humus, mumbar, katıklı ekmek ve sac oruğunu denedik.

Bakladan yapılan humus - Uzunçarşı

Bunlardan Ispanak borani oldukça iyiydi, çorba gibi olduğundan sanırım yol yorgunluğumuzu aldı. Tereyağında humusu, yazının ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğim restoranlar çok daha iyi yapıyorlardı. Mumbar çok beğenildi. Katıklı; peynirli ve biberli ekmek, oldukça beğenildi. Sac oruğu da güzeldi. Yemeklerimizin üstüne kahvelerimizi içerken şunu da öğrenmiş olduk; kahveyi özellikle köpüklü istemezseniz, köpüksüz geliyor.

Yemekten sonra, otelimize hızlıca yerleşip, Hatay'ın meşhur çarşısı Uzun Çarşı'ya uğradık. Uzun Çarşı'yı İstanbul'un Kapalıçarşı'sı gibi düşünebilirsiniz. Bu çarşıda yemekten giyime çok farklı dükkanlar bulmanız mümkün. Yemek kısmında ise asıl önemli olan, sadece yemekle veya alışveriş ile kalmıyor, bunların nasıl yapıldığını da görebiliyorsunuz. Bunun en güzel örneğini Çınaraltı Künefe - Yusuf Usta'da gördük.

Çınaraltı Künefe - Yusuf Usta

Uzun Çarşı'daki küçücük dükkanında künefeyi müşterilerinin gözü önünde büyük saclarda pişiriyor ve adeta bunu bir gösteri haline getiriyor. Künefeyi bu şekilde pişerken görmek bizim iştahlarımızı daha da açtı. Ufak dükkanında o anda oturacak yer yoktu ama biz soğuk ve kara rağmen sıcak çay ikramlarıyla bu lezzetin pişmesini sabırla bekledik. Tabi ki beklediğimize değdi!



Aynı deneyimi bir de Çayırcı Bakla - Humus Salonu'nda yaşadık. Ayaküstü uğradığımız bu mekanda ustanın humusu taze taze hazırlamasını hayranlıkla izledik. Bize ikram edilen humusa bayıldık!
Uzunçarşı'da ayrıca mutlaka Bucaklar Fırını'na uğrayın ve ustanın fırından çıkan katıklı ekmeklerinin sıcak sıcak tadına bakın, muhteşem.

Bucaklar Fırını - katıklı ekmek

Uzunçarşı turumuzun ardından Hristiyanlığın en eski kiliselerinden kabul edilen, aslında dağa oyulmuş bir mağara olan Saint Pierre Kilisesi'ni ziyaret ettik. Kardan dolayı ulaşmakta biraz zorluk çektik ama karda ayrı bir güzel olmuştu bu kilise, gittiğimize değdi. Dağa açılan tüneli bir zamanlar burada toplanan Hristiyanların baskınlardan kaçmak için kullandıkları söyleniyor.

St. Pierre Kilisesi

Kiliseden sonra Savon Hotel'e uğradık, hem şarap eşliğinde keyifli sohbet ettik, ısındık hem de o andan itibarenki lezzet duraklarını kararlaştırdık.

Akşam yemeği için ilk durağımız Sultan Sofrası oldu. Oldukça başarılı bir restoran Sultan Sofrası. Denediklerimizden; asur, yoğurt aşı, abagannuş, tepsi kebabı ve kaytaz çok lezzetliydi. Bu yemekler sadece bir girişti. Sonrasında Sveyka Restoran'da tadımlara devam ettik. Sveyka Restoran'da kesinlikle tavsiye edilenler: başta Vişne Kebabı olmak üzere, Fettus salata, sucuk böreği ve tabuleh.

Sveyka'da vişne kebabı

İkinci ve son günümüzü aslında Titus Kanyonu'na ayıracaktık ancak bir önceki gün kar yağdığından, o taraflara gitmemizi önermediler. Onun yerine Uzun Çarşı'da yaptığımız yerel alışverişten sonra (defne sabunu, nar ekşisi, zahter, salça alabilecekleriniz arasında)  Arkeoloji Müzesi'ni ziyaret ettik. Müze yeni yerinde Avrupa standartlarında olmuş. Özellikle mozaik bölümü için vakit ayırmanızı tavsiye ederim.

Hatay Arkeoloji Müzesi mozaiklerinden biri

Lezzet kısmında ise Pöç Kasabı değişik bir deneyim oldu bizim için. Aslen bir kasap burası ancak arka tarafında ufak bir restoranı bulunuyor. Burada tepsi ve kağıt kebabının tadına baktık. Ben açıkçası Sultan sofrasındaki tepsi kebabını daha çok beğendim.

Kalan vaktimizde merkeze yaklaşık 40 dk mesafedeki Musa Ağacı'nı ve Defne yolunu görelim istedik. Burası Samandağ'a bağlı Hıdırbey köyünde. Efsaneye göre Hz. Hızır ve Hz. Musa denizden çıkıp, Musa Dağı'na tırmanır. Derede su içmek için durduklarında Hz. Musa, asasını toprağa saplar. Dönüp geldiğinde yeşerdiğini görür, yerinde bırakır. Ağaç büyür, bugünkü şeklini alır.

Musa Ağacı

Hıdırbey köyü

Aslına bakarsanız, Defne yolundan çok fazla etkilenmedik. Hatay'a kadar gitmişken, zaman ve hava şartları el veriyorsa, Titus'a gitmenizi öneririm. Şahsen ben Hatay'a tekrar bir baharda gitmek ve bu kanyonu görmek istiyorum. Ayrıca söylenene göre baharda tüm şehir portakal kokuyormuş :)

9 Şubat 2015

Mozart'ın şehri - Salzburg

Salzburg'un kelime anlamı tuz kalesi. Altında hala tuz madenleri var. Şehirde sadece bu özel tuzu satan dükkanlar bile bulunuyor. Daha da önemlisi Mozart'ın doğduğu şehir Salzburg! Avusturya'nın bu aslında 4.büyük şehri, yine de alıştığımız büyüklükte değil. Ufak ama bir o kadar da sevimli, insanı normal hayatın akışından koparan bir şehir. Hele karda ayrı bir güzel.

Karlar altında Salzburg

Salzburg'a THY'nin direkt seferleri var, ancak biz Münih üzerinden trenle çok rahat ulaştık. Yaklaşık 1 saat süren keyifli bir yolculuk yapabilirsiniz. 

Şehre varınca mutlaka Salzburg kartı alın ki, müzelere girişiniz ve tramvayı kullanmanız ücretsiz olsun.

Şunu özellikle belirtmem gerekiyor: Pazar günleri neredeyse tüm dükkanlar hatta bazı restoranlar bile kapalı. Pazar gününüz gezinizin içinde ise bu günü tarihi yerleri gezmeye ve şehrin sokaklarını keşfe ayırın.

Biz gezimize bir Pazar günü Mozart'ın yaşadığı evden başladık (Mozart Wohnhaus olarak geçiyor) Bu dahinin doğduğu ve yaşadığı evler ayrı evler. Mozart doğduktan sonra ev aileye oldukça küçük geldiği için, bir süre sonra taşınıyorlar. Her iki ev de ziyarete açık. Doğduğu evde kemanı, piyanosu, notları, notaları, kısacası Mozart'ı tanımanız için ne varsa sergileniyor.



Buradan Mirabell bahçelerine kısa bir ziyaret yapıp, kilitlerle bezenmiş yaya köprüsünden nehri geçip eski şehire geçtik. Birçok Avrupa şehrinde kilitlerle kaplı bir köprü görmeniz mümkün. İşin tüm esprisi ya çeşitli dileklerin gerçekleşmesi ya da çiftlerin aşklarını ölümsüzleştirmek için asma kilitleri buraya asıp, anahtarını nehre atması.



Köprüden sonra şehrin herhalde en bilindik caddesi olan Getreidegasse'yi yürümeye başladık.
Cadde üzerindeki dükkanların, buna bilindik markalar da dahil, tabelaları bu caddenin havasına uygun olarak tasarlanmış.

Getreidegasse
Caddenin büyüsü sadece dar ve uzun binaların yanyana uzanmasından veya alışveriş caddesi olmasından kaynaklanmıyor, onun dışında her adımda karşınıza çıkan pasajlar, bu pasajların açıldığı avlular şaşırtıyor.

Sayısız pasaj ve avlulardan bir tanesi

Buralardaki irili ufaklı dükkanlar ve hatta restoranlar, keşfetme isteğinizi daha da arttırıyor. Caddenin başında belediye binasının olduğu meydan, sonunda ise St. Blasius Kilisesi var. Kilisenin hemen sol tarafında oyuncak müzesi (Spielzeug museum) var. Burası çocuklardan çok büyüklere de hitap ediyor, çünkü 19.yy'dan günümüze oyuncakları hatta eski müzik aletlerini burada görmeniz mümkün. Müzenin binası dışardan bakıldığında bir manastırı andırıyor. Müze ilginizi çekmese bile avlusuna bir göz atmanızda fayda var.

Oyuncak Müzesi

St. Blasius Kilisesi'nin sağ tarafına doğru ilerlediğinizde sizi tepedeki Modern Sanat Müzesi'ne çıkartacak asansöre ulaşıyorsunuz. Devam ettiğinizde ise çatılarında restorasyon tarihleri dahi yazan renkli evleri ve bu bölgedeki ufak barları buluyorsunuz. Pazar günü olduğu için buralar da kapalıydı.

Getreidegasse'ye geri dönüyoruz ve 9 numarada Mozart'ın doğduğu evi ziyaret ediyoruz. Ben açıkçası kişisel eşyaları sergilendiği için yaşadığı evi daha çok beğendim. Burada da Salzburg kartımızı gösterip bir ücret ödemiyoruz.

Mozart'ın doğduğu ev

Bir sonraki durağımız Hohensalzburg kalesi. Salzburg'u tepeden gören, Ortaçağ'dan kalan bu heybetli kale, Orta Avrupa'nın en büyük fethedilmemiş kalesi. Kaleye ister finiküler ile, isterseniz de yürüreyek çıkabilirsiniz. Daha çıkarken şehre bir kez daha hayran kalmamak elde değil.

Kalenin içinde hem yerleşim yeri olarak bir müze hem de bir kukla müzesi mevcut. Dilerseniz bir kukla gösterisine hemen bilet alabiliyorsunuz.

Kaleden sonra son olarak heybetli Salzburg katedralinde bir ayine denk geldik ve bir kez daha büyülendik. Herhalde birkaç yüz insan, ellerinde mumlarla katedrala girdiler ve Pazar ayinlerine başladılar.

Salzburg katedralinde Pazar ayini

Hem hava şartlarından hem de vakit yetersizliğinden Hellbrunn Sarayı'nı ziyaret edemedik. Bu saray, bahçeleri ve çeşmeleri ile turistlerin uğrak yeri. Listenizde bulundurmanızda fayda var.

Gelelim Salzburg'da nerede ne yenileceğine:

Kahvaltı için Cafe Bazar: Nehrin kıyısındaki bu tarihi kafe, büyük kristal avizeleri, mermer masaları, kibar garsonları ile hiç kalkmak istemeyeceğiniz tipik bir Avusturya kafesi. Kruvasanları sıcak ve çıtır çıtır, kahveleri birbirinden lezzetli.

Öğlen yemeği için Zwettler's: Binası 1500'lerden kalan bu restoran, II. Dünya Savaşı'nda bombalanmasına rağmen, zaman içinde çeşitli restorasyonlardan sonra bugünkü halini almış. Ancak hala tarihi hissedebiliyorsunuz. Yerel kıyafetli garsonlar size servis yapıyor. İlk girişte bir barı arka tarafta ise masaları olan bu sevimli restoranda biz şinitzel ve bira ile gezimiz için güç topladık.

Kahve ve tatlı molası için Cafe Tomaselli: Burada Mozart'ın dahi bademli süt içtiği söyleniyor. Mola verip, havasını solumak için bile uğrayın.

Sporer: Salzburg'a tekrar gitme sebebim diyebilirim. Sporer, içki ve likör dükkanı ama sadece satış yapmıyor, dükkanda kendi yapımı çeşit çeşit likörlerini ister barında ister arka tarafındaki birkaç masada denemeniz mümkün. En meşhur içkisi ise sanırım portakal punch. Sıcak içiliyor, şiddetle tavsiye edilir!

Akşam yemeği için St. Peter Stiftskeller - The Restaurant: Avrupa'nın en eski restoranlarından biri ve oldukça şık. Normal şartlarda mutlaka rezervasyonla gidilmesi gerekiyor ancak biz şansımızı denedik ve başarılı olduk. İyi ki de denemişiz! Bembeyaz tertemiz örtüleri olan, ama sizi sıkmayan, bir dağ evindeymişsiniz hissi veren bu restoranda garsonlar da çok yardımcı ve kibar. Yemekleri oldukça lezzetli. Bir Salzburg klasiği olan Nockerl'ı (Salzburg'un meşhur tatlısı) burada denemeniz gerekiyor. Görüntüsü ile Salzburg'un dağlarını temsil eden bu tatlı, 2 kişiye bile fazla geliyor. Paylaşmanız öneriliyor.

Nockerl






22 Aralık 2014

Milano'da bir haftasonu

Milano'ya yolunuz düştü, belki özellikle kısa bir kaçış planladınız ya da benim gibi uzak yolları orta nokta yaptınız, işi, gezmeyi birleştirdiniz, ama sonuçta şehri gezmek için öyle fazla vaktiniz de yok. Belki bir haftasonu? 
Her şekilde önceliğinize karar vermeniz gerekiyor. Milano küçük bir şehir olmasına, diğer bazı İtalyan şehirleri gibi tarih kokmamasına rağmen, vaktiniz bu şehri 2 günde gezmeye yetmeyebilir. Biz Milano'da bir haftasonumuzu yemeye, içmeye, sokaklarda dolaşmaya, biraz da olsa sanata ve tabi ki alışverişe ayırdık. Hem araştırarak hem de değerli dostların tavsiyeleri ile keyifli bir haftasonu geçirdik.

Gezimize bir Cuma akşamüstü Navigli bölgesinden, Porta Ticinese'den başladık. Burası hem Milanoluların hem de turistlerin rağbet ettiği, gece hayatı ve restoranları bakımından zengin bir bölge. Yemekten önce de aperatif alınabilecek çok yer var. İtalyanların akşamüstü saatlerindeki happy hour'u, aperitivolarının keyfini çıkarın derim. 



Aperitivo kültüründe içkinizle beraber açık büfeden ufak atıştırmalıkların tadına bakabiliyorsunuz. Genelde 18:00-21:00 saatleri arasında, ancak 19:00'dan önce çoğu bar boş oluyor, bilginize. Biz de Milano'ya bir aperatif ile kendimizi hemen adapte ettik, sonrasında Trattoria Toscana'nın yemekleri ile haftasonuna mükemmel bir giriş yaptık. Dışarıdan küçük kapısını çok rahat farketmeyeceğiniz bu restoranın girişi bir bar, ama daha çok rağbet edilmeyen bir bar havasında. Restoran ise arka tarafında küçük bir avluda. Böyle olmasına rağmen oldukça popüler ve yemekler inanılmaz lezzetli.

Tramisu & Cannoli

Milano'da görülmesi gereken birkaç önemli yerden bir tanesi Leonardo Da Vinci'nin "Son akşam yemeği" freski. Santa Maria delle Grazie kilisesinde bulunan bu freski görmek için kesinlikle internet üzerinden bilet almanız gerekiyor. 10 -15 kişilik gruplarla sadece 10 dakikada vaktiniz var. Ama yine de bu eseri yakından görmeye değer.
Cumartesi sabah erkenden görmeye gittiğimiz "Son akşam yemeği"nden sonra Milano'nun en eski ve meşhur pastanelerinden biri olan Marhesi'de tatlı bir şeyler atıştırıp ayaküstü kahvemizi içtik.




İtalya'daki çoğu pastanede bizim kültürümüzden farklı olarak kahveler ayaküstü içiliyor, sanki bir bardan içkinizi sipariş edermiş gibi, espressonuzu sipariş edip, hızlıca içip, yolunuza devam ediyorsunuz.

Yol bizi Santa Maria alla Porta caddesi ve irili ufaklı ara sokakların arasından Avrupa'nın 4. büyük katedrali olan Milano katedralinin bulunduğu Duomo meydanına getirdi. Bu meydan Milano halkının buluşma noktası ve turistlerin de uğrak yeri. Etrafındaki irili ufaklı mağaza ve alışveriş merkezlerinden ötürü de özellikle haftasonları oldukça kalabalık. 

Galleria Vittorio Emmanuele

Duomo meydanı ayrıca Galleria Vittorio Emmanuele II'ye de ev sahipliği yapıyor. Burası ismini ilk İtalyan kralından almış. Dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden bir tanesi olma özelliğini taşıyor ve önemli markaları barındırıyor. Sanırım gezmesi en keyifli alışveriş merkezlerinin başında geliyor. 4 pasajın birleşmesinden oluşuyor. Galerinin bir kapısı Duomo meydanına açılıyor. Arka kapısı ise La Scala tiyatrosunu ve Leonarda da Vinci heykelini barındıran Scala meydanına çıkıyor. 

La Scala, 1778'de açılan, dünyanın en bilinen opera binalarından bir tanesi. Verdi ve Puccini gibi dünyanın önemli bestecilerinin eserlerinin prömiyerleri burada olmuş. La Scala, ayrıca, Görsel Sanatları Akademisini ve Bale okulunu da barındırıyor. Leyla Gencer burada ders vermiş, yakın zamanda ise İzmirli keman sanatçısı Özlem Adıgüzel ise La Scala orkestrasına dahil olmayı başararak, bu tiyatroda çalan ilk Türk müzisyen olmuş.

Scala Meydanı - Da Vinci heykeli


Duomo etrafında gezilecek diğer yerler arasında yine birçok bilindik mağazaları barındıran Vittorio Emmanuel II caddesi ve İtalyanların ünlü department store'u La Rinaschante geliyor. Alışverişten yorulduğunuz noktada La Rinaschante'nin terasında hafif birşeyler yiyip, kahvenizi içebilirsiniz. Buradan direkt Duomo'yu seyrediyorsunuz.

Eğer modern sanata ilginiz varsa, yine Duomo meydanındaki Novecento müzesini ziyaret edin. 2010 yılında açılan bu müze, 20.yy'a ait hem İtalyan hem de uluslararası en kapsamlı koleksiyonları barındırıyor.

Alışverişe devam etmek isteyenler için mutlaka görülmesi gereken iki farklı bölge - cadde var. Bunlardan birincisi Buenos Aires caddesi. Cadde boyunca 350'den fazla mağaza ve outlet bulabilirsiniz. Bir diğer bölge ise Quadrilatero d'Oro yani altın diktörtgen. 4 ana sokaktan oluşuyor ve neredeyse tüm modacıların mağazaları burada. Hiçbirşey satın almasanız bile, hem Milanoluların hem de farklı ülkeden gelen ziyaretçilerin alışveriş çılgınlığını gözlemlemek için mutlaka gezilmesi gerekiyor. Civarda ünlü markaların seri sonu koleksiyonlarını bulabileceğiniz mağazalar da mevcut. Örneğin Manzoni caddesindeki D-Magazine outlet.

Alışverişten yorulduğunuz noktada, Dolce&Gabbana Bar Martini'ye öğlen yemeği, bir içki veya hatta akşam yemeği için uğrayın. Yemekler ve ortam nefis. Biz öğlen yemeğimizi burada yiyip, akşam ise Via Amerigo Vespucci üzerindeki Petit Bistro'yu tercih ettik. Burada da gerçekten çok lezzetli yemekler yedik.

D&G Martini Bar - "Martini Dry" risotto

Izgara ahtapot & enginar


Milano'dan ayrıca İtalyan dondurması yemeden dönmeyin ve Grom'u deneyin. Bir de tabiki Risotto Milanese, safranlı risotto!

30 Eylül 2014

Oktoberfest


Herşey bir düğünle başlar.

Bavarya prensi Ludwig, Prenses Theresa ile Ekim 1810’da Münih’te evlenir - Octoberfest’in yapıldığı Lunapark alanı, Theresienwiese adını da buradan alacaktır. Belediye başkanı Andreas Michael Dall’Armi şehrin biraz dışında bu evlilik için bir at yarışı düzenler. Çok başarılı olur ve bir kutlama havasında sonraki senelerde de tekrar düzenlenir. Birkaç yıl boyunca, bu kutlamalar spor etkinliği havasında geçer. 1818’de şehirde bar ve restoranların açılmasıyla değişen eğlence anlayışı, bu kutlamaları da zamanla değiştirerek, Octoberfest’in bugünkü halini almasını sağlar.

Her yıl Ludwig ve Theresa’nın evliliklerini kutlamak amacıyla yapılan geçit töreni, bu geleneksel ekim kutlamalarının da açılışı olur. Maximilianstrasse’den başlayan yürüyüş, lunapark alanında son bulur. Ayrıca bu festivalde Berlin duvarının yıkılması ile Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi de kutlanmaya başlar.

Gelelim Octoberfest’in günümüzde nasıl kutlandığına:

Octoberfest

Theresienwiese isimli büyük lunapark alanının etrafı da dahil yayalara tahsis ediliyor. Bu alana giriş için herhangi bir ücret ödenmiyor.
Gerçekten tam bir festival havası! Münihliler hala bu festivale geleneksel kıyafetleri ile katılıyorlar. Gündüz takım elbiseleriyle toplantıdan toplantıya koşan iş adamlarını akşam Octoberfest için kısa deri pantolonları, yün çorapları ve kareli gömlekleri ile görebilirsiniz. Kadınlar ise geleneksel elbiselerini giyiyorlar. Tabi ki sadece Almanlar değil, festivale katılan turistler de 200 €’ya kadar satılan kıyafetlerden alıp, sokaklarda dolaşıyorlar.




Festival alanında farklı farklı büyük 14 adet çadır var. Bunların hepsi de farklı bira imalatçılarının. Bu çadırlara girmek için bilete gerek yok. Ancak bir masada oturmak için, aylar hatta bir yıl öncesinden rezervasyon şart. Yine de limitli sayıda bazı masalar için rezervasyona gerek olmuyor. Önce gelen oturur şeklinde çalıştıkları için sabah erkenden kuyruklar oluşuyor. Masa istemezseniz bile çadırlar çok dolu ise girememe ihtimaliniz var. Çadırlar sabah 9 gibi açılıp gece yarısı 1’e doğru kapanıyor. Biz akşamüstü 6 buçuk gibi gittik, 11:30 gibi çıktık.
Sadece nakit geçiyor, bilginize.

Sadece bira yok bu festivalde. Şarap ve Sekt (köpüklü şarap) ayrı çadırlarda servis ediliyor. Ayrıca yiyecek bir şeyler de bulmak mümkün; peynir, salam, turp, ördek, gingerbread...
Bizim rezervasyonumuz Marstall isimli çadırdaydı. Able ailesine ait olan bu çadır, Octoberfest’in en yeni çadırıydı. Marstall’ın her yerinde olan at figürleri, 1822’de kurulan binicilik okulunun eski Almanca adı olan Marstall’dan geliyor. Bira imalatçısı Spaten-Franziskaner-Bräu. 3,200 kişilik oturma kapasitesine sahip. Canlı müzik de var.

Marstall
Biralar böyle servis ediliyor

Octoberfest’de bu çadırların kapanması ile geceyi sonlandırmıyorsunuz. Çokça tercih edildiği gibi biz de devam ettik ve Münih'in popüler barlarından biri olan P1’a gittik. Genelde ünlülerin tercih ettiği bu barda tabii o gece geleneksel kıyafetleri ile birçok Alman ve turist vardı.

Octoberfest her yıl 6-7 milyon kişiyi ağırlıyor. Bu sene 20 Eylül – 5 Ekim arasında kutlanan festivali, bu sene kaçırdıysanız, seneye mutlaka yerinizi ayırtın ve deneyimleyin derim.

Octoberfest’e gelmişken o yorgunlukla şehri gezmeyi ihmal etmeyin. En azından Münih’in en meşhur meydanı Marienplatz’ı görün - Fraukirche ve yeni belediye binasına da ev sahipliği yapıyor. Herkesin buluşma noktası. Etrafında birçok restoran var. Noel zamanı da burada Noel pazarı kuruluyormuş, çok güzel olduğu söyleniyor.

Marienplatz - Yeni belediye binası

Ayrıca Karlsplatz ve Marienplatz arasında trafiğe kapalı olan cadde ve etrafındaki irili ufaklı sokaklarda alışveriş yapabilirsiniz. Bu dükkanlar arasında benim en çok dikkatimi çekip hoşuma giden Max Krug oldu. Burası 1926 yılından beri guguklu saat yapıp, satıyor. Her birinde inanılmaz bir işçilik var ve hepsinin tarzı birbirinden farklı. Bakmadan dönmeyin.


Max Krug'daki guguklu saatler







15 Temmuz 2014

Yunanistan - Girit

Dede topraklarını görmeye, artık zar zor hatırladığımız dedemin ve kardeşlerinin anılarını yerinde hatırlamak için gittik Girit'e.

Herkesin ortak bir geçmişi, bir hikayesi var burada. Turistik diyaloglar değil Giritlilerle yaptıklarımız. Gerçekten, içten hikayeler bunlar. Birisinin büyükannesi İstanbullu, birisi Fener Patriğine şarkı söyleyen koro ile İstanbul'a gitmiş 2 ay önce. Diğerinin ailesi Kapadokyalıymış. Her biri ne kadar birbirimize benzediğimizden bahsediyor. Hatta fiziksel olarak da o kadar yadırgamıyorlar ki, direkt Rumca konuşmaya başlıyorlar.

Girit, yüzölçümü itibariyle Akdeniz'in en büyük 5. Adası. Diğer Yunan adaları gibi uzun bir haftasonu kalmak yetmez, batıdan doğuya tüm şehirlerini görmek isterseniz 1 hafta ayırmanız gerekir.

Bir tura bağlı kalmadan, kendiniz gitmek isterseniz, direkt bir ulaşım ile gidemiyorsunuz adaya. Alternatifler var tabi ki ama en tercih edilenler, Atina'ya oradan da Hanya veya Kandiye'ye 45dk'lık uçuşlar. Bir diğer yol ise, yine Atina'ya gidip, sonrasında Pire limanından gemi ile gece boyu süren bir yolculuk.

Girit'in 2 büyük şehri Kandiye ve Hanya. İkisi de liman şehirleri. Başkent Kandiye (Heraklio), Yunanistan'ın 5. Büyük şehri. Hanya'ya göre daha şehir görüntüsünde. Çok fazla zamanımız olmadığı için daha batıda kalan Hanya'ya bu sefer gidemedik. Atina'dan direkt bir uçuşla gezimize Kandiye'den başladık. 

Kandiye

Kandiye'de havalimanı ve şehir merkezinin arası taksi ile 10 dk. mesafede. 
Şehri gezmeye, sahil tarafından başladık. Liman'ın en ucunda Venedik kalesi bizi karşılıyor. 


Kandiye Liman

Burada kısa bir yürüyüşten sonra, öncelikle enerji toplamak için Girit yemekleri ile açılışı yapalım istedik. Sahildeki Ippokambos bize bu enerjiyi fazlasıyla verdi. Hem yemekler, hem servis, bütün yol yorgunluğumuzu aldı. Neredeyse tüm yemekler aslında bizim bildiğimiz yemekler ancak hem malzemelerin doğallığı ve tazeliği, hem de zeytinyağları yemeklere ayrı bir lezzet veriyor. Girit'te ev yapımı şaraplar da oldukça ünlü. Ippokambos'ta Sofra şarabımız da oldukça lezzetliydi. Sonrasında siz ayrıca istemeden meyve ve tatlı ikramları var. Ve tabi, tüm bunları sindirmek için de "raki". Yine üzümden yapılmış bu içkiyi küçük shotlar ile ancak içebiliyorsunuz, zira oldukça sert. Girit'e özgü raki ise, bal ve baharat da içeriyor.

Yemekten sonra şehri gezmeye, 25 Ağustos caddesi ile devam ettik. Burası araç trafiğine kapalı, sahilden başlayıp, şehrin içine doğru devam ediyor. Daha çok sağlı, sollu olarak turistik eşyalar satan dükkanlarla dolu. Biraz devam edince sol tarafta Aziz Titos kilisesine ulaşıyoruz. Bu kilise, Bizanslılar zamanında ilk ortodoks kiliselerinden bir tanesi iken, adanın Türk hakimiyetine girmesiyle camiye dönüştürülmüş. 1856'daki büyük depremle yıkılmış. Yeniden Osmanlı mimarisine uygun bir şekilde yapılmış. Ancak mübadele ile beraber minaresi yıkılarak, bugünkü kilise formuna gelmiş. İçinde hala gümüş bir sandık içinde Aziz Titus'un kafatasını barındıyor. Kilisenin etrafında cafe ve barlar da bulunuyor.


Aziz Titus Kilisesi


Biraz daha devam ettiğimizde, venedik loncası, sonrasında Morosini çeşmesini barındıran ufak bir meydan olan Aslanlı meydana varıyorsunuz. Kandiye'nin en hareketli meydanı burası. 


Morosini Çeşmesi veya Aslanlı Çeşme

Meydana bakan cafelerden hangisinde otursam derseniz, 1922 yılında İzmir'den Girit'e göçen Rum bir ailenin o zamandan beri faaliyet gösteren börekçisi Fillo... Sofies'i öneririm. "Bougatsa" dedikleri içinde krema olan böreği ile ünlü.

Bougatsa

Meydandan ilerleyip, sola doğru kıvrıldığınızda, başsız bir heykele ev sahipliği yapan Bembo çeşmesine, oradan devam ettiğinizde de, Eleftherios meydanına varırsınız. Meydan, Yunanistan'ın eski başbakanı, Girit doğumlu Eleftherios Venizelos'un heykelini de barındırıyor. Meydanın bir köşesinde arkeoloji müzesi var. Burada Minos uygarlığına ait, Knossos sarayından çıkarılan birçok eseri bulabilirsiniz.

Knossos sarayı, en eski uygarlıklardan biri olan Minos uygarlığının kalbi, muazzam bir açıkhava müzesi. 
Aslında Minos uygarlığının ilk zamanlarında saraylar yokmuş. Sonraki dönemler de ikiye ayrılmış. İlk zamanların sarayları depremlerle yıkılmış. İkinci dönemde, bu kalıntıların üzerine tekrar saray yapılmış. Gezdiğimiz kalıntılar, o dönemin kalıntıları.


Knossos Sarayı

Burayı Yunan bir arkeolog keşfetmiş, sonrasında asıl kazı İngiliz arkeolog Arthur Evans'ın Türk bir Bey'den arazisini satın aldıktan sonra başlamış. Sarayın bu bölgeye yapılması, coğrafi olarak tepede yer aldığı için, korunmaya gerek duyulmamasI yüzünden.
Minos uygarlığında tek bir tanrıçaya inanılıyormuş. Ona yiyecekler ve mücevherler sunuluyormuş. Hem kalıntılardan, hem rehberin anlattıklarından - ritüeller, yeme içme, vs- çok etkileniyosunuz. Uygarlık için tavuskuşları ve kediler kutsal hayvanlar. O nedenle de girişte birkaç tane tavuskuşu var. Turistlere hem kuyrukları, hem de erkerklerinin dişilere yaptıkları kurlarıyla poz veriyorlar sanki..
Knossos sarayı, şehrin biraz dışında. Eğer arabanız yoksa, otobüs terminalinden 15 dk'da bir kalkan otobüsler ile 10 dk'da ulaşmanız mümkün. Pazar günleri ücretsiz. Dilerseniz 4 kişilik rehberli turlara 10€'ya katılabilirsiniz.

Kandiye için tercih ettiğimiz otel Lato Boutique Hotel'di. Konumu, hizmeti, yemekleri ile bizden tam not aldı. Terasındaki Yunan yemeklerini modern dokunuşlarla sunan Herb's Garden da turistler arasında oldukça popüler. Yine Kandiye'de sahil kısmında denemeniz gereken bir diğer restoran da Paralia. Ağırlıklı olarak balık restoranı, yemekler oldukça lezzetli, haşlanmış pancar kökü ve dolma, denemeden dönmeyiniz...

Girit Mutfağı


Resmo

Resmo'ya Kandiye'den günübirlik bir gezi yaptık. Sahilde otelimize 5 dk mesafedeki otobüs terminalinden yarım saatte bir otobüs kalkıyor Resmo'ya. (Ada olmasına rağmen otobüs ağları geniş ve düzgün çalışıyor) 1,5 saatlik yolculuk oldukça keyifli. Hem ara ara deniz manzarası, hem de zeytin ağaçları. Yollar kıvrımlı ama düzgün. Zakkum ağaçları ile dolu, sanki özellikle dikilmiş gibi...

Resmo sokakları

Resmo'da gerçekten bir Yunan adasında olduğunuzu hissediyorsunuz. Daracık yolları, kalesi ve feneri var. Bunlar da Venediklilerden. Eski şehirdeki ufak koy, restoranlarla çevrilmiş. 

Resmo 


Denizin kenarındaki restoranlarda keyifli bir yemek yiyebilirsiniz. Ayrıca şehrin içindeki upuzun kumsalından denize de girebiliyorsunuz. Sıra sıra otellerin kiralık şezlong ve şemsiyeleri var. Sezonu burada açtık. 

Resmo sahil


Aya Nikola

Aya Nikola'ya da Kandiye'den yine 1,5 saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşabiliyorsunuz. Express bir otobüse denk gelemedik giderken ama oldukça keyifli bir yolculuktu. Turistik sahil kasabaları arasından geçtik. 
Aya Nikola da bir sahil kasabası, kordon ve küçük bir lagüne sahip. 

Aya Nikola Lagün
Aya Nikola

Turistik eşya dükkanları, biraz yemek, biraz içmek derken bir gününüzü burada rahatlıkla geçirebilirsiniz. Burada da kasabanın içinde farklı koylarda denize girme imkanınız var. Ammoudi plajını sadece denizin rengi için bile tavsiye edebilirim.

Ammoudi Plajı

Dede toprakları mıdır bilinmez, Girit'ten dönerken, bir hüzün çöktü içime. En yakın zamanda bu sefer Hanya'yı katarak tekrar bir ziyaret etmek gerekecek.