22 Aralık 2014

Milano'da bir haftasonu

Milano'ya yolunuz düştü, belki özellikle kısa bir kaçış planladınız ya da benim gibi uzak yolları orta nokta yaptınız, işi, gezmeyi birleştirdiniz, ama sonuçta şehri gezmek için öyle fazla vaktiniz de yok. Belki bir haftasonu? 
Her şekilde önceliğinize karar vermeniz gerekiyor. Milano küçük bir şehir olmasına, diğer bazı İtalyan şehirleri gibi tarih kokmamasına rağmen, vaktiniz bu şehri 2 günde gezmeye yetmeyebilir. Biz Milano'da bir haftasonumuzu yemeye, içmeye, sokaklarda dolaşmaya, biraz da olsa sanata ve tabi ki alışverişe ayırdık. Hem araştırarak hem de değerli dostların tavsiyeleri ile keyifli bir haftasonu geçirdik.

Gezimize bir Cuma akşamüstü Navigli bölgesinden, Porta Ticinese'den başladık. Burası hem Milanoluların hem de turistlerin rağbet ettiği, gece hayatı ve restoranları bakımından zengin bir bölge. Yemekten önce de aperatif alınabilecek çok yer var. İtalyanların akşamüstü saatlerindeki happy hour'u, aperitivolarının keyfini çıkarın derim. 



Aperitivo kültüründe içkinizle beraber açık büfeden ufak atıştırmalıkların tadına bakabiliyorsunuz. Genelde 18:00-21:00 saatleri arasında, ancak 19:00'dan önce çoğu bar boş oluyor, bilginize. Biz de Milano'ya bir aperatif ile kendimizi hemen adapte ettik, sonrasında Trattoria Toscana'nın yemekleri ile haftasonuna mükemmel bir giriş yaptık. Dışarıdan küçük kapısını çok rahat farketmeyeceğiniz bu restoranın girişi bir bar, ama daha çok rağbet edilmeyen bir bar havasında. Restoran ise arka tarafında küçük bir avluda. Böyle olmasına rağmen oldukça popüler ve yemekler inanılmaz lezzetli.

Tramisu & Cannoli

Milano'da görülmesi gereken birkaç önemli yerden bir tanesi Leonardo Da Vinci'nin "Son akşam yemeği" freski. Santa Maria delle Grazie kilisesinde bulunan bu freski görmek için kesinlikle internet üzerinden bilet almanız gerekiyor. 10 -15 kişilik gruplarla sadece 10 dakikada vaktiniz var. Ama yine de bu eseri yakından görmeye değer.
Cumartesi sabah erkenden görmeye gittiğimiz "Son akşam yemeği"nden sonra Milano'nun en eski ve meşhur pastanelerinden biri olan Marhesi'de tatlı bir şeyler atıştırıp ayaküstü kahvemizi içtik.




İtalya'daki çoğu pastanede bizim kültürümüzden farklı olarak kahveler ayaküstü içiliyor, sanki bir bardan içkinizi sipariş edermiş gibi, espressonuzu sipariş edip, hızlıca içip, yolunuza devam ediyorsunuz.

Yol bizi Santa Maria alla Porta caddesi ve irili ufaklı ara sokakların arasından Avrupa'nın 4. büyük katedrali olan Milano katedralinin bulunduğu Duomo meydanına getirdi. Bu meydan Milano halkının buluşma noktası ve turistlerin de uğrak yeri. Etrafındaki irili ufaklı mağaza ve alışveriş merkezlerinden ötürü de özellikle haftasonları oldukça kalabalık. 

Galleria Vittorio Emmanuele

Duomo meydanı ayrıca Galleria Vittorio Emmanuele II'ye de ev sahipliği yapıyor. Burası ismini ilk İtalyan kralından almış. Dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden bir tanesi olma özelliğini taşıyor ve önemli markaları barındırıyor. Sanırım gezmesi en keyifli alışveriş merkezlerinin başında geliyor. 4 pasajın birleşmesinden oluşuyor. Galerinin bir kapısı Duomo meydanına açılıyor. Arka kapısı ise La Scala tiyatrosunu ve Leonarda da Vinci heykelini barındıran Scala meydanına çıkıyor. 

La Scala, 1778'de açılan, dünyanın en bilinen opera binalarından bir tanesi. Verdi ve Puccini gibi dünyanın önemli bestecilerinin eserlerinin prömiyerleri burada olmuş. La Scala, ayrıca, Görsel Sanatları Akademisini ve Bale okulunu da barındırıyor. Leyla Gencer burada ders vermiş, yakın zamanda ise İzmirli keman sanatçısı Özlem Adıgüzel ise La Scala orkestrasına dahil olmayı başararak, bu tiyatroda çalan ilk Türk müzisyen olmuş.

Scala Meydanı - Da Vinci heykeli


Duomo etrafında gezilecek diğer yerler arasında yine birçok bilindik mağazaları barındıran Vittorio Emmanuel II caddesi ve İtalyanların ünlü department store'u La Rinaschante geliyor. Alışverişten yorulduğunuz noktada La Rinaschante'nin terasında hafif birşeyler yiyip, kahvenizi içebilirsiniz. Buradan direkt Duomo'yu seyrediyorsunuz.

Eğer modern sanata ilginiz varsa, yine Duomo meydanındaki Novecento müzesini ziyaret edin. 2010 yılında açılan bu müze, 20.yy'a ait hem İtalyan hem de uluslararası en kapsamlı koleksiyonları barındırıyor.

Alışverişe devam etmek isteyenler için mutlaka görülmesi gereken iki farklı bölge - cadde var. Bunlardan birincisi Buenos Aires caddesi. Cadde boyunca 350'den fazla mağaza ve outlet bulabilirsiniz. Bir diğer bölge ise Quadrilatero d'Oro yani altın diktörtgen. 4 ana sokaktan oluşuyor ve neredeyse tüm modacıların mağazaları burada. Hiçbirşey satın almasanız bile, hem Milanoluların hem de farklı ülkeden gelen ziyaretçilerin alışveriş çılgınlığını gözlemlemek için mutlaka gezilmesi gerekiyor. Civarda ünlü markaların seri sonu koleksiyonlarını bulabileceğiniz mağazalar da mevcut. Örneğin Manzoni caddesindeki D-Magazine outlet.

Alışverişten yorulduğunuz noktada, Dolce&Gabbana Bar Martini'ye öğlen yemeği, bir içki veya hatta akşam yemeği için uğrayın. Yemekler ve ortam nefis. Biz öğlen yemeğimizi burada yiyip, akşam ise Via Amerigo Vespucci üzerindeki Petit Bistro'yu tercih ettik. Burada da gerçekten çok lezzetli yemekler yedik.

D&G Martini Bar - "Martini Dry" risotto

Izgara ahtapot & enginar


Milano'dan ayrıca İtalyan dondurması yemeden dönmeyin ve Grom'u deneyin. Bir de tabiki Risotto Milanese, safranlı risotto!

30 Eylül 2014

Oktoberfest


Herşey bir düğünle başlar.

Bavarya prensi Ludwig, Prenses Theresa ile Ekim 1810’da Münih’te evlenir - Octoberfest’in yapıldığı Lunapark alanı, Theresienwiese adını da buradan alacaktır. Belediye başkanı Andreas Michael Dall’Armi şehrin biraz dışında bu evlilik için bir at yarışı düzenler. Çok başarılı olur ve bir kutlama havasında sonraki senelerde de tekrar düzenlenir. Birkaç yıl boyunca, bu kutlamalar spor etkinliği havasında geçer. 1818’de şehirde bar ve restoranların açılmasıyla değişen eğlence anlayışı, bu kutlamaları da zamanla değiştirerek, Octoberfest’in bugünkü halini almasını sağlar.

Her yıl Ludwig ve Theresa’nın evliliklerini kutlamak amacıyla yapılan geçit töreni, bu geleneksel ekim kutlamalarının da açılışı olur. Maximilianstrasse’den başlayan yürüyüş, lunapark alanında son bulur. Ayrıca bu festivalde Berlin duvarının yıkılması ile Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi de kutlanmaya başlar.

Gelelim Octoberfest’in günümüzde nasıl kutlandığına:

Octoberfest

Theresienwiese isimli büyük lunapark alanının etrafı da dahil yayalara tahsis ediliyor. Bu alana giriş için herhangi bir ücret ödenmiyor.
Gerçekten tam bir festival havası! Münihliler hala bu festivale geleneksel kıyafetleri ile katılıyorlar. Gündüz takım elbiseleriyle toplantıdan toplantıya koşan iş adamlarını akşam Octoberfest için kısa deri pantolonları, yün çorapları ve kareli gömlekleri ile görebilirsiniz. Kadınlar ise geleneksel elbiselerini giyiyorlar. Tabi ki sadece Almanlar değil, festivale katılan turistler de 200 €’ya kadar satılan kıyafetlerden alıp, sokaklarda dolaşıyorlar.




Festival alanında farklı farklı büyük 14 adet çadır var. Bunların hepsi de farklı bira imalatçılarının. Bu çadırlara girmek için bilete gerek yok. Ancak bir masada oturmak için, aylar hatta bir yıl öncesinden rezervasyon şart. Yine de limitli sayıda bazı masalar için rezervasyona gerek olmuyor. Önce gelen oturur şeklinde çalıştıkları için sabah erkenden kuyruklar oluşuyor. Masa istemezseniz bile çadırlar çok dolu ise girememe ihtimaliniz var. Çadırlar sabah 9 gibi açılıp gece yarısı 1’e doğru kapanıyor. Biz akşamüstü 6 buçuk gibi gittik, 11:30 gibi çıktık.
Sadece nakit geçiyor, bilginize.

Sadece bira yok bu festivalde. Şarap ve Sekt (köpüklü şarap) ayrı çadırlarda servis ediliyor. Ayrıca yiyecek bir şeyler de bulmak mümkün; peynir, salam, turp, ördek, gingerbread...
Bizim rezervasyonumuz Marstall isimli çadırdaydı. Able ailesine ait olan bu çadır, Octoberfest’in en yeni çadırıydı. Marstall’ın her yerinde olan at figürleri, 1822’de kurulan binicilik okulunun eski Almanca adı olan Marstall’dan geliyor. Bira imalatçısı Spaten-Franziskaner-Bräu. 3,200 kişilik oturma kapasitesine sahip. Canlı müzik de var.

Marstall
Biralar böyle servis ediliyor

Octoberfest’de bu çadırların kapanması ile geceyi sonlandırmıyorsunuz. Çokça tercih edildiği gibi biz de devam ettik ve Münih'in popüler barlarından biri olan P1’a gittik. Genelde ünlülerin tercih ettiği bu barda tabii o gece geleneksel kıyafetleri ile birçok Alman ve turist vardı.

Octoberfest her yıl 6-7 milyon kişiyi ağırlıyor. Bu sene 20 Eylül – 5 Ekim arasında kutlanan festivali, bu sene kaçırdıysanız, seneye mutlaka yerinizi ayırtın ve deneyimleyin derim.

Octoberfest’e gelmişken o yorgunlukla şehri gezmeyi ihmal etmeyin. En azından Münih’in en meşhur meydanı Marienplatz’ı görün - Fraukirche ve yeni belediye binasına da ev sahipliği yapıyor. Herkesin buluşma noktası. Etrafında birçok restoran var. Noel zamanı da burada Noel pazarı kuruluyormuş, çok güzel olduğu söyleniyor.

Marienplatz - Yeni belediye binası

Ayrıca Karlsplatz ve Marienplatz arasında trafiğe kapalı olan cadde ve etrafındaki irili ufaklı sokaklarda alışveriş yapabilirsiniz. Bu dükkanlar arasında benim en çok dikkatimi çekip hoşuma giden Max Krug oldu. Burası 1926 yılından beri guguklu saat yapıp, satıyor. Her birinde inanılmaz bir işçilik var ve hepsinin tarzı birbirinden farklı. Bakmadan dönmeyin.


Max Krug'daki guguklu saatler







15 Temmuz 2014

Yunanistan - Girit

Dede topraklarını görmeye, artık zar zor hatırladığımız dedemin ve kardeşlerinin anılarını yerinde hatırlamak için gittik Girit'e.

Herkesin ortak bir geçmişi, bir hikayesi var burada. Turistik diyaloglar değil Giritlilerle yaptıklarımız. Gerçekten, içten hikayeler bunlar. Birisinin büyükannesi İstanbullu, birisi Fener Patriğine şarkı söyleyen koro ile İstanbul'a gitmiş 2 ay önce. Diğerinin ailesi Kapadokyalıymış. Her biri ne kadar birbirimize benzediğimizden bahsediyor. Hatta fiziksel olarak da o kadar yadırgamıyorlar ki, direkt Rumca konuşmaya başlıyorlar.

Girit, yüzölçümü itibariyle Akdeniz'in en büyük 5. Adası. Diğer Yunan adaları gibi uzun bir haftasonu kalmak yetmez, batıdan doğuya tüm şehirlerini görmek isterseniz 1 hafta ayırmanız gerekir.

Bir tura bağlı kalmadan, kendiniz gitmek isterseniz, direkt bir ulaşım ile gidemiyorsunuz adaya. Alternatifler var tabi ki ama en tercih edilenler, Atina'ya oradan da Hanya veya Kandiye'ye 45dk'lık uçuşlar. Bir diğer yol ise, yine Atina'ya gidip, sonrasında Pire limanından gemi ile gece boyu süren bir yolculuk.

Girit'in 2 büyük şehri Kandiye ve Hanya. İkisi de liman şehirleri. Başkent Kandiye (Heraklio), Yunanistan'ın 5. Büyük şehri. Hanya'ya göre daha şehir görüntüsünde. Çok fazla zamanımız olmadığı için daha batıda kalan Hanya'ya bu sefer gidemedik. Atina'dan direkt bir uçuşla gezimize Kandiye'den başladık. 

Kandiye

Kandiye'de havalimanı ve şehir merkezinin arası taksi ile 10 dk. mesafede. 
Şehri gezmeye, sahil tarafından başladık. Liman'ın en ucunda Venedik kalesi bizi karşılıyor. 


Kandiye Liman

Burada kısa bir yürüyüşten sonra, öncelikle enerji toplamak için Girit yemekleri ile açılışı yapalım istedik. Sahildeki Ippokambos bize bu enerjiyi fazlasıyla verdi. Hem yemekler, hem servis, bütün yol yorgunluğumuzu aldı. Neredeyse tüm yemekler aslında bizim bildiğimiz yemekler ancak hem malzemelerin doğallığı ve tazeliği, hem de zeytinyağları yemeklere ayrı bir lezzet veriyor. Girit'te ev yapımı şaraplar da oldukça ünlü. Ippokambos'ta Sofra şarabımız da oldukça lezzetliydi. Sonrasında siz ayrıca istemeden meyve ve tatlı ikramları var. Ve tabi, tüm bunları sindirmek için de "raki". Yine üzümden yapılmış bu içkiyi küçük shotlar ile ancak içebiliyorsunuz, zira oldukça sert. Girit'e özgü raki ise, bal ve baharat da içeriyor.

Yemekten sonra şehri gezmeye, 25 Ağustos caddesi ile devam ettik. Burası araç trafiğine kapalı, sahilden başlayıp, şehrin içine doğru devam ediyor. Daha çok sağlı, sollu olarak turistik eşyalar satan dükkanlarla dolu. Biraz devam edince sol tarafta Aziz Titos kilisesine ulaşıyoruz. Bu kilise, Bizanslılar zamanında ilk ortodoks kiliselerinden bir tanesi iken, adanın Türk hakimiyetine girmesiyle camiye dönüştürülmüş. 1856'daki büyük depremle yıkılmış. Yeniden Osmanlı mimarisine uygun bir şekilde yapılmış. Ancak mübadele ile beraber minaresi yıkılarak, bugünkü kilise formuna gelmiş. İçinde hala gümüş bir sandık içinde Aziz Titus'un kafatasını barındıyor. Kilisenin etrafında cafe ve barlar da bulunuyor.


Aziz Titus Kilisesi


Biraz daha devam ettiğimizde, venedik loncası, sonrasında Morosini çeşmesini barındıran ufak bir meydan olan Aslanlı meydana varıyorsunuz. Kandiye'nin en hareketli meydanı burası. 


Morosini Çeşmesi veya Aslanlı Çeşme

Meydana bakan cafelerden hangisinde otursam derseniz, 1922 yılında İzmir'den Girit'e göçen Rum bir ailenin o zamandan beri faaliyet gösteren börekçisi Fillo... Sofies'i öneririm. "Bougatsa" dedikleri içinde krema olan böreği ile ünlü.

Bougatsa

Meydandan ilerleyip, sola doğru kıvrıldığınızda, başsız bir heykele ev sahipliği yapan Bembo çeşmesine, oradan devam ettiğinizde de, Eleftherios meydanına varırsınız. Meydan, Yunanistan'ın eski başbakanı, Girit doğumlu Eleftherios Venizelos'un heykelini de barındırıyor. Meydanın bir köşesinde arkeoloji müzesi var. Burada Minos uygarlığına ait, Knossos sarayından çıkarılan birçok eseri bulabilirsiniz.

Knossos sarayı, en eski uygarlıklardan biri olan Minos uygarlığının kalbi, muazzam bir açıkhava müzesi. 
Aslında Minos uygarlığının ilk zamanlarında saraylar yokmuş. Sonraki dönemler de ikiye ayrılmış. İlk zamanların sarayları depremlerle yıkılmış. İkinci dönemde, bu kalıntıların üzerine tekrar saray yapılmış. Gezdiğimiz kalıntılar, o dönemin kalıntıları.


Knossos Sarayı

Burayı Yunan bir arkeolog keşfetmiş, sonrasında asıl kazı İngiliz arkeolog Arthur Evans'ın Türk bir Bey'den arazisini satın aldıktan sonra başlamış. Sarayın bu bölgeye yapılması, coğrafi olarak tepede yer aldığı için, korunmaya gerek duyulmamasI yüzünden.
Minos uygarlığında tek bir tanrıçaya inanılıyormuş. Ona yiyecekler ve mücevherler sunuluyormuş. Hem kalıntılardan, hem rehberin anlattıklarından - ritüeller, yeme içme, vs- çok etkileniyosunuz. Uygarlık için tavuskuşları ve kediler kutsal hayvanlar. O nedenle de girişte birkaç tane tavuskuşu var. Turistlere hem kuyrukları, hem de erkerklerinin dişilere yaptıkları kurlarıyla poz veriyorlar sanki..
Knossos sarayı, şehrin biraz dışında. Eğer arabanız yoksa, otobüs terminalinden 15 dk'da bir kalkan otobüsler ile 10 dk'da ulaşmanız mümkün. Pazar günleri ücretsiz. Dilerseniz 4 kişilik rehberli turlara 10€'ya katılabilirsiniz.

Kandiye için tercih ettiğimiz otel Lato Boutique Hotel'di. Konumu, hizmeti, yemekleri ile bizden tam not aldı. Terasındaki Yunan yemeklerini modern dokunuşlarla sunan Herb's Garden da turistler arasında oldukça popüler. Yine Kandiye'de sahil kısmında denemeniz gereken bir diğer restoran da Paralia. Ağırlıklı olarak balık restoranı, yemekler oldukça lezzetli, haşlanmış pancar kökü ve dolma, denemeden dönmeyiniz...

Girit Mutfağı


Resmo

Resmo'ya Kandiye'den günübirlik bir gezi yaptık. Sahilde otelimize 5 dk mesafedeki otobüs terminalinden yarım saatte bir otobüs kalkıyor Resmo'ya. (Ada olmasına rağmen otobüs ağları geniş ve düzgün çalışıyor) 1,5 saatlik yolculuk oldukça keyifli. Hem ara ara deniz manzarası, hem de zeytin ağaçları. Yollar kıvrımlı ama düzgün. Zakkum ağaçları ile dolu, sanki özellikle dikilmiş gibi...

Resmo sokakları

Resmo'da gerçekten bir Yunan adasında olduğunuzu hissediyorsunuz. Daracık yolları, kalesi ve feneri var. Bunlar da Venediklilerden. Eski şehirdeki ufak koy, restoranlarla çevrilmiş. 

Resmo 


Denizin kenarındaki restoranlarda keyifli bir yemek yiyebilirsiniz. Ayrıca şehrin içindeki upuzun kumsalından denize de girebiliyorsunuz. Sıra sıra otellerin kiralık şezlong ve şemsiyeleri var. Sezonu burada açtık. 

Resmo sahil


Aya Nikola

Aya Nikola'ya da Kandiye'den yine 1,5 saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşabiliyorsunuz. Express bir otobüse denk gelemedik giderken ama oldukça keyifli bir yolculuktu. Turistik sahil kasabaları arasından geçtik. 
Aya Nikola da bir sahil kasabası, kordon ve küçük bir lagüne sahip. 

Aya Nikola Lagün
Aya Nikola

Turistik eşya dükkanları, biraz yemek, biraz içmek derken bir gününüzü burada rahatlıkla geçirebilirsiniz. Burada da kasabanın içinde farklı koylarda denize girme imkanınız var. Ammoudi plajını sadece denizin rengi için bile tavsiye edebilirim.

Ammoudi Plajı

Dede toprakları mıdır bilinmez, Girit'ten dönerken, bir hüzün çöktü içime. En yakın zamanda bu sefer Hanya'yı katarak tekrar bir ziyaret etmek gerekecek.







21 Mart 2014

Portekiz - Lizbon

Yedi tepeli bir şehir Lizbon, İstanbul gibi...Sadece tepeleri değil, içinden geçen Tejo nehri, iki yakayı birbirine bağlayan 25 Nisan köprüsü, Boğaziçi'ni anımsattı bana. Kendine has çok özelliği var tabi, bir kere gördüğüm kadarıyla başkent olmasına rağmen çok kalabalık değil. Düzenli, inişli çıkışlı yolları arnavut kaldırımlı, binaları kendine has çini desenli. Tramvay ise şehrin ana simgelerinden.


Lizbon'a tepeden bakış

Aslında Lizbon'u 1 gün gezseniz, şehir hakkında genel bir fikre hemen sahip olabilirsiniz. Ancak rahatça dolaşıp, şehri solumak, sokaklarını keşfetmek, çevresini hatta kuzeyde Porto şehrini de görmek, güzel yemek ve şaraplarının tadına varabilmek için biraz daha uzun kalmanızı öneririm.

Lizbon'a ilk gittiğinizde hatta gitmeden online olarak da Lizbon kart alırsanız, hem ulaşım için, hem de birçok müze vb. yerlerin girişi için indirimli giriş bileti alabilirsiniz.

Biz bir günümüzü Sintra kasabası ve Cabo da Roca'ya ayırdık. Buralara Yellow Bus turistik otobüsleri ile 30€ civari ödeyerek rahatça gidebilirsiniz. Rehberiniz sizi Plaça National'dan alıyor, otobüse götürüyor, 5 saatlik bir tur sonrası aynı yerde inmek istemezseniz de ana caddelerden birinde bırakabiliyor.
Veya vaktim var, gezerek, tanıyarak giderim derseniz, tren ile de gidebilirsiniz.

Sintra kasabası Lizbon'a 28 km. uzaklıkta. Etrafını çevreleyen tepeler, çevresi, hem doğası hem de tipik özellikleri nedeniyle UNESCO Dünya mirası  listesinde. Yine doğası nedeniyle mikro kliması var. Hava çok fazla öngörülemiyor. Yani Lizbon'da güneş varsa, burada havanın yağmurlu olma ihtimali var.


Sintra kasabasından bir kare

Sintra'ya tren Rossio istasyonundan kalkıyor. Son durak Sintra. 434 no'lu otobüs ise kasabanın içinde ring sefer yapıyor. Pena sarayı'na da çıkıyor. Bu bölgede hem bu minik ve sevimli kasabanın içinde dolaşabilirsiniz, Mağrip Kalesi'ne çıkıp, surlarından Atlas okyanusunu görebilirsiniz, Pena Sarayı'na ise zaten mutlaka gitmelisiniz.
Pena Sarayı bir tepeye konuşlanmış, renkli ve masalsı. Zaten romantizmin örneklerinden. Dar, virajlı ama tabloyu andıran doğası ve evleriyle görülesi bir yol, aslında bir park. Vardığınızda bir de minyatür bir otobüsle sarayın girişine kadar çıkıyorsunuz.
Bu saray, kralın yazlık sarayı olarak biliniyor. Dışında hem Arap esintileri, hem oymalar, hem de çiniler var. İçinde eşyalar muhafaza edilmiş, kral ve kraliçenin özel eşyalarına kadar korunmuş, oymalı dolapları, bibloları görülmeye değer.


Pena Sarayı

Sintra'dan 403 no'lu otobüse binerek, Avrupa kıtasının en batı ucuna, Cabo da Roca'ya ulaşıyorsunuz.
En batı noktasında denizden yaklaşık 140 mt yükseklikte olan falezler ve bir deniz feneri var. Atlas okyanusunun kıyıya vuran azgın dalgaları, dalgaların sesi, manzara nefes kesici. Ancak kuvvetli rüzgarlar olabiliyor, dikkatlı olmakta fayda var. Bu arada turizm ofisinden Avrupa'nın en batı ucuna geldiğinize dair bir sertifika da alabiliyorsunuz.


Cabo da Roca

Cabo da Roca'dan tekrar Lizbon'a doğru yola çıktığınızda yine süper bir manzara sizi bekliyor. Bir yanda Atlas okyanusunu, kumsalı, denize neredeyse sıfır tek tük butik otelleri; diğer yanda Cascais ve Estoril kasabalarından geçerken hayran kalacağınız milyon dolarlık malikaneler ve aralarda yine ortaçağdan kalmış görkemli evler. Estoril'de Avrupa'nın en büyük Casinosu bulunuyor. Seyahatinizde vaktiniz varsa, hele de bahar veya yaz aylarında iseniz, buralarda da birer gece kalmanızı tavsiye ederim. 

Lizbon söz konusu olduğunda ise, sokaklarında yürümek ayrı bir keyif ama birkaç ana noktayı da görmeden dönmemelisiniz tabi.
Bunların başında, Alfama bölgesindeki St. George Kalesi geliyor. Kaleye 28 numaralı tramvay ile çıkıp, dönüşte yürüyerek sokak aralarından geze geze, küçük ve sevimli dükkanlara baka baka inebilirsiniz. Şehrin birçok noktasından görünen bu kalenin, şehre tamamen hakim bir manzarası var. Nehir, köprü, evler ayaklarınızın altında. Hava güzelse banklarda oturup manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz. 

Şehri yukarıdan görebileceğiniz diğer bir nokta ise Rua Agusta üzerindeki Santa Justa asansörü. Bu asansör ayrıca Santa Justa caddesi ile Carmo bölgesini birleştiriyor. 

Bu arada biraz soluklanmak ve enerji almak isterseniz, bizim yaptığımız gibi, Portekiz'e has o leziz turtalardan (belem de turta veya pastel de nata) 1829'dan kalma bir pastane olan Confeiteria Nacional'de yiyebilirsiniz.




Sonraki durağınız Belem bölgesi olabilir. Burası artık bir kültür bölgesi olarak geçiyor. Belem kalesi, Jeronimos Manastırı, deniz müzesi, modern sanat müzesi burada.
Belem kalesi, nehir kıyısında ve UNESCO dünya mirası listesinde. Aslında ilk zamanlarda nehrin ortasına düşman saldırılarını önlemek için yapılan bu kale, 1700'ler deki depremle beraber nehrin yatağının değişmesiyle karaya çok yaklaşmış. Küçük bir köprü ile içine girebiliyorsunuz.


Belem Kalesi

Yine Tejo nehri kıyısında, Belem kalesinin biraz ilerisinde, Kaşifler Anıtı var. Çok eski bir eser değil ancak Lizbon'un simgelerinden. 
Buradan sonra biz Deniz müzesi ile devam ettik. Bu müze iki bölümden oluşuyor. Bir tarafı ağırlıklı olarak geçmişten günümüze çeşitli savaş ve keşif gezilerinde kullanılmış gemi maketlerini içeriyor. Diğer taraf ise, yine farklı dönemlerde kullanılmış yelkenli ve seyir kayık ve teknelerinin asıllarını içeriyor.


Deniz müzesi

Jeronimos Manastırı ise, Portekiz milli kahramanı, halk şairi, Camoes ve ünlü kaşif Vasco da Gama'nın mezarlarını barındırır.


Vasco da Gama'nın mezarı

Yeme ve içmeden bahsetmeden olmaz. Lisbon'da mutlaka deniz ürünü yemeli ve şarapların tadına bakmalısınız. 
Keyifli yemek yiyebileceğiniz Solar dos Presuntos'u tavsiye ederim. Herşey çok lezzetli ama özellikle başlangıçlardan sarımsaklı karidesi öneririm. Şarap menüsü için ipad'lerindeki listeyi incelemeniz gerekiyor :)
Önerebileceğim diğer yer ise Bebedouro wine bar. İçerisi oldukça küçük ama sevimli. Hava güzelse dışarıda da masaları var, oturabilirsiniz. Hem şarapları, hem yemekleri - belki başlangıçları demek daha doğru olur - nefis. Portekiz'in genelinde uskumru balığı çok meşhur, her türlüsünü bulabilirsiniz. Burada yediğim küçük bir porsiyon olarak sunulan doğal ekmek üzerindeki uskumru balığı da oldukça iyiydi. Bebedouro'nun sahipleri de oldukça neşeli, samimi insanlar. 


Bebedouro Wine Bar

Son olarak otel konusunda bir öneri: eğer butik bir otelde kalmak isterseniz kesinlikle Lisboa Carmo Hotel'i öneririm. Lizbon'un güzel bir bölgesi olan Carmo bölgesinde. Butiklerin, küçük restoranların olduğu bu bölgede, çoğu yere yürüyerek ulaşabilirsiniz...

Hala Avrupa'da bir yere gitmek istiyorum ama nereye diye düşünüyorsanız, Lizbon'u bir düşünün bence ;)


9 Şubat 2014

Japonya - Tokyo

Japonya seyahatimi iki kere planladım, ancak üçüncüsünde gidebildim. Sanırım o nedenle ilk ayak bastığım anda "Japonya'dayım!" dediğimi çok net hatırlıyorum...:) Gezinin sonunda sadece gezdiğim, beğendiğim yerler değil, daha önce rastlamadığım bir kültür ve bir düzen var kesinlikle anılarımda yer eden...

Eğer ayarlayabiliyorsanız Japonya'ya kiraz ağaçlarının çiçek açtığı zaman gitmeniz gerekir, dünyanın pek çok yerinden ziyaretçiler sadece bu çiçek festivaline gelirler. Pembe ve beyaza bürünmüş ağaçlar, parklar muhteşem bir görüntü oluşturur. Her sene çiçeklenme zamanı kış koşullarına göre tahmin edilir, ama Mart sonundan Nisan sonuna kadar ideal zaman olarak gösterilir.
Biz Mart başı orada bulunduk ama yine de birkaç kiraz ağacını yakaladık.


Sakura

Japonya'daki rotamız Tokyo, Kyoto ve günübirlik bir tur ile Nara. Bunun için 8 gün planladık. Japonya'ya turistik gezi söz konusu ise 3 aya kadar vizesiz giriş yapılabiliyor, böylece biz de sadece seyahat planımıza odaklanabildik.

Tokyo, hem eskiyi hem yeniyi barındıran bir şehir. Diğer taraftan hem dinginlik veren yerleri hem düzenli bir kargaşası var.

THY'nin direkt seferi var Tokyo'ya, yaklaşık 11 saat sürüyor. Türkiye Japonya arasındaki saat farkı ise 7.

Havaalanından Narita Express adı verilen tren ile şehir merkezine ulaştık. Bundan sonrası biraz karışık aslında, çünkü latin alfabesi bazı yerlerde kullanılmıyor, kullanılsa bile birşey ifade etmeyebiliyor. Biz yolumuzu bulmakta bazı zamanlarda tamamen içgüdülerimiz ile hareket ettik, yanılmadık da. Onun dışında Japonlardan da yardım isteyebilirsiniz, oldukça kibar ve yardımsever insanlar. İngilizce bilmeseler bile en azından size yol gösterebilirler.


Acaba çıkış ne tarafta?! :)
Otelimiz, Shinjuku Prince, şehrin en canlı noktalarından birindeydi, adı üstünde Shinjuku bölgesinde. Odalar biraz (!) küçüktü ama ulaşım bakımından çok rahat ettik.
Uzun bir uçak yolculuğundan sonra, Tokyo'ya akşama doğru ulaştığımız için bu şehirdeki ilk deneyimlerimizden biri akşam yemeği oldu. Shibuya bölgesinde restoranların bolca bulunduğu bir mall'da Japon yemeklerine giriş yaptık. Ginza Lion restoranını seçtik. Japonya'da restoranların çoğunda bir vitrin var, sunulan yemeklerin plastik halleri, tabağınıza nasıl gelecekse o şekilde sergileniyor. Restoranda o anda yer yoktu ama bizi ayakta bekletmediler. Dışarda ufak sandalyeler vardı, orada oturup sıramızı bekledik.


Ginza Lion'un vitrini

Tokyo'da gezilecek yerlerin başında Imperial Palace geliyor. Hala hükümdar ve ailesi burada oturduğu için sadece Doğu bahçesi ziyarete açık.


Imperial Palace Doğu bahçesi

Turistler tarafından oldukça rağbet edilen diğer bir yer ise Asakusa bölgesi. Nakanzo-Dori isimli yaya yolu, sağlı, sollu dükkanlarla dolu. Hem alışveriş yapabilir, hem de atıştırmalık yiyecekler alabilirsiniz. Pirinç krakerleri, manchu isimli fasulye dolgulu hamura bayıldık. Nakanzo-Dori yolu Kannon Tapınağı'na çıkıyor. Kannon Tapınağı, diğer birçok tapınak gibi, gezilmekten öte, farklı ritüellere de evsahipliği yapıyor. Örneğin Tapınağın bahçesindeki hastalıkları iyileştirsin, iyi şans getirsin diye yapılan duman banyosu, yine dileğiniz gerçekleşsin diye, Buda heykeline dokunma veya iyi şans/kötü şans kağıtları gibi.


Kannon tapınağı bahçesi / duman banyosu



Ustalar manchu pişirirken

Ueno Park ve Tokyo Ulusal Müzesi'ne uğramanızı tavsiye ederim. Hele Ueno Park'a sakura (kiraz ağacı) zamanında giderseniz tam şenlik...
Tokyo Tower, Tokyo'nun Eyfel kulesi. Tokyo'yu 150 mt. yükseklikten seyredebilirsiniz. Bu kule Roppongi bölgesinde. Roppongi bölgesi gece hayatı bakımından oldukça hareketli. 
Yasukuni tapınağı, Japonya'nın iç savaşta ölmüş insanlara adadığı bir tapınak, çok huzurlu bir bahçesi var.


Yasukuni Tapınağı
Görmeniz gereken başka bir yer: Kiroshiwa - Karakuwo bahçeleri. Japonların ağaca, yeşile ne kadar önem verdiklerini burada gördüm. Bizdekinin aksine, ağaçları koruma altına alıyorlar. Bu bahçenin baharda çok güzel olduğuna eminim. Bu bahçeler öyle bir yerde ki, şehrin canlılığı ve bahçenin huzuru iç içe, çünkü Tokyo Dome (beyzbol stadyumu) ve Roller Coaster bu bahçeyi çevreliyor.



Alışveriş için Shibuya bölgesinin haricinde, Harajuku ve Aoyama bölgeleri var. Prada, Dior gibi dünyaca ünlü markaların herhalde en şık ve stil sahibi dükkanları burada. Aynı zamanda bu kadar modern mağazaların yanında, tipik Japon kültürünü yansıtan ürünlerin satıldığı birkaç dükkan da var. (Örneğin Oriental Bazaar) 
Bol bol hediyelik eşya alabilirsiniz...
Tokyo'nun en ünlü, en bilinen bölgesi ise Ginza. Sanırım Doğu'nun 5. caddesi de denilebilir buraya. Markalar, yüksek binalar, şık insanlar, oldukça nezih bir bölge. Akşamüstleri Chuo Dori caddesi araç trafiğine kapatılıyor. Keyifle yürüyebilirsiniz.
Teknoloji severler, Sony'nin binasını, alışveriş severler ise Mitsukoshi ve Matsuya mağazalarını görmeleri görmeleri gerekir.

Çocuklu olanlar veya çocuk kalanlar için Disneyland'a bir gün ayırın derim. Tokyo Disney Resort, adı altında iki farklı park var: Tokyo Disneyland & Tokyo Disney Sea. Amerika dışında açılan ilk Disneyland ve deniz temalı. Şehir merkezinden direkt otobüs ile ulaşabilirsiniz. Yalnız içeride görevliler neredeyse hiç İngilizce konuşmuyor, ilginç.






Son olarak, Japonların tuvalet kültüründen bahsetmeden edemeyeceğim. Görmüş olduğunuz bu çok detaylı tuvaleti ilk Tokyo'da gördüm! Kyoto'da daha da farklı birşey gördüm, o da Kyoto yazımda...







26 Ocak 2014

İtalya - Bolonya & Verona

Midemi mutlu eden şehir, Bolonya! Sadece bolonez soslu makarna -ki burada tagliatelle al ragu deniliyor- değil tabi, ne yersem yiyeyim, herşey mi lezzetli olur!

Kızıl binalarıyla, atmosferiyle, yemekleriyle, akşamüstü aldığımız aperitivolarla, dönerken aklımın kaldığı şehirlerden biri oldu.

Bolonya, İtalya'nın kuzeyindeki Emilia-Romagna bölgesinin merkez şehri. Gidiş kolay, çünkü THY'nin direkt uçuşu var. Biraz otel araştırmasından sonra, tren istasyonunun hemen karşısındaki Mercure Bologna Centro
otelinde karar kıldık. Bazı şehirlerde tren istasyonları çevresinde konaklamak güvenli olmasa da, Bolonya'da gayet rahattık. Dışarıdan öylesine bir bina ama sizi şehirden tamamen koparan bir avlusu var.
Şehir zaten küçük olduğu için, ulaşım için de rahat, merkeze ana caddesinden 15 dk'lık bir yürüyüş ile varabiliyorsunuz.

Bolonya'nın ana caddelerinden biri Via Independenza. Şehirdeki diğer cadde ve sokaklarda da olduğu gibi, burada da yürürken kemerler ile kaplanmış kaldırımlardan yürüyorsunuz. Yani hava yağmurluysa, hiç ıslanmadan alışverişinizi ve yürüyüşünüzü yapabiliyorsunuz.



Via Independenza üzerinden şehrin meşhur meydanı Piazza Maggiore'ye varıyorsunuz. Bu meydan, 15. yy'dan kalma, tam merkezinde Neptün heykeli ve çeşmesi var.

Piazza Maggiore
Meydanın etrafında bulunan Pietro ve Petronio bazilikalarını gezebilirsiniz. Özellikle Petronio bazilikası heybetiyle, içindeki büyük orgla ve yine içinden geçen meridyenle gezilmeye değer.

Piazza Maggiore'yi çevreleyen kemerlerden birine fısıltı duvarı deniyor. Burada ters köşelerde durup, duvara doğru konuştuğunuzda, çapraz kemerde duran kişi sizi duyabiliyor. Eğlenceli :)

Yine yürüme mesafesindeki, içinde lüks markaları barındıran Galleria Cavour'u; dar sokaklarında sağlı sollu, pastane, manav, şarküteri ve çiçekçiler bulunan Quadrilatero'yu gezmelisiniz. Hatta pastaneden taze ev yapımı makarnalardan alırsanız, hemen eve dönüşte midenizi mutlu etmeye devam edebilirsiniz.

Quadrilatero'dan bir görüntü

Bolonya'da 7. & 8. yy'da çok sayıda kule yapılmış ancak bugün yirmi tanesi ayakta. Bunlardan Asinelli kulesi en meşhuru. Ziyaretçiler 97 m. yükseklikteki kulenin tepesine çıkıp, şehrin kırmızı damlardan oluşan manzarasını seyredebilirler ama 498 tahta basamağı tırmanmaları gerekiyor! Hava çok açık olduğunda oldukça uzaktaki denizin ve Alplerin göründüğü söyleniyor.

Asinelli kulesi

Gelelim yeme içmeye: İtalya'nın genelinde olduğu gibi Bolonya'da da akşamüstü aperitivo kültürü var. Aperitivo'ya bir yemek çeşidi ya da şekli denilebilir. Alkollü-alkolsüz içki ile beraber atıştırmalık alıp, ister oturarak uzun uzun, ister ayaküstü arkadaşlarınızla sohbet edebileceğiniz bir ortam yaratıyor. En çok tercih edilen içkiler şarap, şampanya veya prosecco.
Biz aperitivoyu buranın en eski pastanesinde aldık, Gamberini'de.

Gamberini'de aperitivo

Bolonya'da özellikle aile restoranlarında yemek istedik. Bizzat denediğim, önerebileceğim restoranlar; Ristorante da Nello, La Traviata ve Trattoria il rosso. Yediğim herşey çok lezzetliydi!

La Traviata'da arka masamızda taze makarna yapılıyor

Bolonya bir buçuk günde gezilebilecek bir şehir. Eğer bizim gibi vaktiniz varsa trenle 50 dk. uzaklıktaki Verona'ya, Romeo ve Juliet'in şehrine günübirlik gitmenizi öneririm. Burası bir film seti adeta!
UNESCO tarafından belirlenen Dünya Mirasları listesinde.

Verona

Trenden inip yaklaşık 15. dk yürüdükten sonra zaten merkezine ulaşıyorsunuz. En çok ziyaret edilen yerlerin başında meydandaki Arena geliyor. Depremler, restorasyonlar görmüş ama ayakta kalabilmiş. Yaz aylarında opera ve konserlere ev sahipliği yapıyor.

Arena'nın yanından sağlı sollu dükkanlarla kaplı, araba trafiğine kapalı, dar sokaktan ilerleyip, Piazza Erbe'ye geliyorsunuz. Burada meydana bakan birçok restoran var. Bizim rastgele seçtiğimiz Ai Lamberti'de pizza denemeye değer.Sonrasında ise dondurma için Pretto!

Ve tabi ki, Juliet'in evi-balkonu! Her zaman turist akınına uğruyor. Birçok kişi kendilerinin ve sevdiklerinin isimlerini Juliet'in duvarı diye bilinen girişteki duvara yazıyor. Bu şekilde aşklarının sonsuza kadar süreceğine inanıyorlar. Yine duvara kısa aşk mektupları yazmak da geleneklerden bir tanesi.

Juliet'in balkonu
Verona'da ayrıca Scaliger köprüsünü ziyaret edip oradan nehri seyredebilirsiniz.

Sadece uzun bir haftasonu değil, biraz daha vaktim var derseniz, Parma'ya jambonu ve Modena'ya balzamik sirkesi için uğramaya değer.